Vadesi gelmek (yetmek): 1. Ömrü sona ermek, eceli gelmek,
ölmek. 2. Süresi dolmak, ödeme zamanı gelmek."Vadesi geldi geçiyor ama senet
sahibi hâlâ ortalıkta görünmüyor."
Vakit geçirmek: Oyalanmak, bazı şeylerle
meşgul olarak zamanın geçmesini sağlamak."Top oynayarak vakit geçirebiliriz
sanırım."
Vakit kazanmak: 1. Karşı tarafı oyalayarak zamanı uzatmak. 2. Bir
şeye ayrılan ya da harcanan zamanı uzatmak."Sen onu meşgul et ki hemen yola
çıkmasın, bu sayede biz de biraz vakit kazanmış oluruz."
Vakitli vakitsiz:
Rastgele bir zamanda, gelişigüzel, uygun bir zamanı gözetmeden."Vakitli vakitsiz
gelip giderdi evine."
Vaktini almak: Epey zaman harcanmasını gerektirmek,
başka bir işe ayrılmış zamanı tutmak."Vaktini alıyorum ama başka çarem de
yok."
Vaktini öldürmek: Zamanını yararsız, gereksiz, boş işlerle ya da hiç iş
yapmadan, boş yere geçirmek."Bu kazanç getirmeyen işle bütün vaktini öldürecek
misin yani?"
Vaktini şaşmamak: Tam zamanında."Vaktini şaşmaz o, göreceksin
şimdi gelecek."
Vara yoğa karışmak: Her şeye, üstüne lâzım olsun olmasın her
işe karışmak."Üvey annemin vara yoğa karışmasından bıkmış usanmıştım
iyice."
Varlık göstermek: Beğenilir bir iş yapmak; kendini kanıtlayacak, göze
görünür bir görevini yerine getirmek; kendini göstermek."Oynadığı ilk oyunda bir
varlık gösteremedi."
Varlıkta darlık çekmek: Elinde her imkân olduğu hâlde
bunlardan yararlanamamak, sıkıntıya düşmek.
Vay canına!: Şaşma, öfke
duygusunu dile getirmek için kullanılır.
Vebali boynuna olmak: Bir işin
günahını yüklenmek.
Velveleye vermek: Gereksiz bir heyecana, telâşa
düşürmek."Bir anda ortalığı velveleye verdiler; bağırmaya, sağa sola koşmaya
başladılar."
Verip veriştirmek: Ağır sözler söylemek, ağzına ne gelirse
söylemek."Yüzüne karşı verip veriştirdi ama o tek kelime bile
söylemedi."
Veryansın etmek: Hiç insaf göstermeden, acımadan saldırmak;
ağzına geleni söylemek.
Vıcık vıcık: Sulu ve gevşek olmak, basıldığında ses
çıkarmak."Etraf vıcık vıcık çamurdu, yürüyemiyorduk."
Vıdı vıdı etmek:
Söylenip durmak, hemen her şeyi eleştirip beğenmediğini söyleyerek durmadan
konuşmak, etrafındakileri rahatsız etmek."Sus artık, vıdı vıdı edip kafamı
şişirdiğin yeter."
Vız gelmek (vız gelip tırıs gitmek): Hiç önemsememek,
aldırış etmemek."Onun sözleri vız gelir bana, önce kendine söz
geçirsin."
Viraneye çevirmek: Yakıp yıkmak, yıkıntı durumuna getirmek, harap
etmek."Beş gün geçmeden viraneye çevirdiler evi."
Voli vurmak: Haksız olarak
kazanç elde etmek, vurgun vurmak.
Volta atmak: Bir aşağı bir yukarı dolaşmak,
gidip gelmek."Canımız sıkıldıkça avluda volta atıp dururduk."
Vur abalıya:
Bütün yükün yumuşak huylu kişiye yüklenmesi; sessiz, güçsüz kimsenin
hırpalanması, hakkının çiğnenmesi durumunda karşıdaki kişiye sitem yollu
söylenir.
Vur dedikse öldür demedik ya!: Bir isteği, dileği yerine getirirken
aşırılığa kaçıp da işi berbat edene karış söylenir.
Vurduğu yerden ses
getirmek: Eli ağır olmak, çok kuvvetli vurmak.
Vurdumduymaz Kör Ayvaz:
Umursamaz, aldırmaz, duygusuz ve kayıtsız kimse.
Vur patlasın çal oynasın:
Aşırı zevk ve eğlence; aşırı zevk ve eğlenceye düşkün kimsenin parasını bu yolda
harcamasını anlatır."Vur patlasın çal oynasın sabaha kadar tepinip
durdular."
Vurucu güç: Çok etkin silâhlarla donatılmış, özel eğitim görmüş
askerî birlik."Ordu içinde vurucu bir gücün oluşturulması konusunda fikir
birliğine vardılar."
Vücuda getirmek: Oluşturmak, meydana getirmek, var
etmek."Bütün bu canlıları Yüce Allah`tan başka kim var edebilir ki?"
Vücudunu
ortadan kaldırmak: Öldürmek."Sabaha kadar adamın vücudunu ortadan kaldırın,
yoksa başımıza çok iş açacak."
Ya Allah deyip (atılmak): Cenab-ı Hak`a sığınarak (atılmak)."Ya
Allah deyip düşmanın üzerine atıldı."
Yabana atmak: Önem vermemek, önemsiz
görüp dikkate almamak, üzerinde durmamak."Babanın sözlerini sakın yabana atayım
deme."
Yabancılık çekmek: Bir iş ya da çevrede yabancı olmaktan dolayı ortaya
çıkan zorlukların etkisinde kalmak."Ona hiç yabancılık çektirmedi."
Ya bu
deveyi gütmeli, ya bu diyardan gitmeli: "Bu işi mutlaka yapmalısın, başka yolu
yok, aksi taktirde burada kalamazsın." anlamında kullanılır.
Ya devlet başa,
ya kuzgun leşe: "Giriştiğim iş beni ya büyük bir varlığa ve mevkiye ulaştıracak
ya da mahvedecek, batıracak" anlamında söylenir.
Yad eller: 1. Baba ocağından
uzak yerler, gurbet. 2. Yabancı kimseler, yabancılar."Yiğidim yad ellerde
kalmasın, dönsün geri Rabbim."
Yâd etmek: Anmak, hatırlamak."Seni her gün yad
ederiz buralarda."
Yağ bağlamak: Semirmek, üzerine biriken yağ
katılaşmak.
Yağ bal olsun: "Yediğin, içtiğin helâl ve afiyet olsun" anlamında
söylenir.
Yağcılık etmek: Dalkavukluk etmek, övmek, pohpohlamak."Öğrenci
öğretmenine yağ çekiyor, gözünün içine bakıyor, bu şekilde iyi not alacağını
sanıyordu."
Yağlı ballı olmak: Araları çok iyi, içli dışlı, samimi
olmak."Öyle yağlı ballı olmuşlardı ki birbirlerine her şeylerini
anlatıyorlardı."
Yağlı kapı: Çalıştırdığı kimselere bol kazanç sağlayan
kimse, kuruluş, aile ya da yer."Herkese nasip olmaz öyle yağlı kapı."
Yağlı
kuyruk: Kolayca ve bolca yararlanılabilecek kaynak; basitçe sömürülebilecek iş
veya kimse."Bulmuşsun bir yağlı kuyruk, çek babam çek!"
Yağlı müşteri: Bol
paralı, çok alışveriş yapan zengin alıcı."İki üç yağlı müşterimiz de olmasa
kapamak zorunda kalacağız bu dükkânı."
Yağma gitmek: Bir şey çok alıcı bulup
çok satılmak, kolay müşteri bulmak."Kapanın elinde kalıyor, yağma gidiyor, koş
koş, sen de yetiş!.."
Yağma Hasan`ın böreği: Hakkı olanın da olmayanın da
kolayca yararlandığı, kimsenin korumadığı, her yanından sömürülen
kaynak.
Yağma yok: "Öyle şey olmaz, buna izin vermezler, kolay kolay elde
edemezsin" anlamında bir tutumun ya da davranışın yanlışlığı ifade etmek için
kullanılır.
Yağmurdan kaçarken doluya tutulmak: Bir tehlikeden, güç bir
durumdan kaçarken daha kötüsüyle karşılaşmak.
Yağmur yağarken küpünü
doldurmak: Kazanma fırsatı varken ondan yararlanıp para veya mal edinmek."Bana
bak aslanım, daha ne istiyorsun, yağmur yağarken küpünü doldur yoksa pişman
olursun."
Yağ tulumu: Çok şişman, çok yağlı."Birkaç ay sonra yağ tulumu
olacak, şuna birisi söylese de çok yemese."
Ya herrü (herro) ya merrü
(merro): "Tehlikeyi göze aldık, giriştiğimiz işte ya batar ya da çıkarız"
anlamında kullanılır.
Yahudi pazarlığı: Tarafların çıkarlarını düşünerek
çekişe çekişe yaptıkları pazarlık."Benimle Yahudi pazarlığı yapmaya kalkma
lütfen."
Yakadan atmak: Savıp kurtulmak, başından atmak. "İnan onu yakamdan
atmaya çalışıyorum."
Yaka paça: Hiçbir itiraz dinlemeden, zorla, kuvvet
kullanarak (götürmek)."Polisler adamı yaka paça götürdüler."
Yakası
açılmadık: Hiç duyulmadık, bilinmedik, ayıp söz, küfür.
Yakasına sarılmak:
İstediği şeyi almak ya da dövmek için tutup bırakmamak, zorlamak."Çocuk
annesinin yakasına sarılmış balon diye ağlıyordu."
Yakasına yapışmak: Hesap
sormak ya da bir şey istemek için tutup bırakmamak."Beni de götüreceksin diye
yakama yapıştı, ben de getirmek zorunda kaldım."
Yakasını bırakmamak:
Bezdirecek kadar üstüne düşmek, ısrar etmek, yanından ayrılmamak."Ne olursa
olsun yakasını bırakmayıp paramı alacağım ondan."
Yakasını kaptırmak: Bir
şeyin, bir kimsenin etkisinden kendisini kurtaramamak, ona bağlanmış
olmak.
Yakayı sıyırmak: Kurtulmak, kaçmak."Çok şükür şu adamdan yakayı
sıyırdık."
Yaka silkmek: Bıkıp usanmak; bir iş, durum, yer ya da kimsenin
olumsuz yanlarından tedirginlik duyduğunu belirtmek."Doğrusu yaka silkinecek bir
iş seninki de."
Yakayı ele vermek: Yakalanmak, kaçamayarak ele
geçmek."Mahallenin hırsızı sonunda yakayı ele verdi."
Yakayı kurtarmak:
Umulmazken bir işten ya da kimseden kurtulmak, kaçmak."Bu pis işten yakayı nasıl
kurtardık hâlâ anlayabilmiş değilim."
Yakınlık duymak: Birine karşı sevgi ve
ilgi duymak, yabancılık hissetmemek."Hayatta yakınlık duyduğum tek
insandı."
Yakışık almamak: Yerinde olmamak, uygun düşmemek,
yaraşmamak."Çocuğu herkesin içinde azarlaman hiç de yakışık almadı."
Yalancı
pehlivan: Yapamayacağı bir işi yapabilecekmiş gibi görünen kimse,
palavracı."Yalancı pehlivanın biridir o, ona güvenmeyin."
Yalancısı olmak:
Doğruluğu bilinmeyen, inanılmayacak sözleri bir başkasından işiterek söylemiş
olmak."Ben şefin yalancısıyım, müdür ihalelerde insiyatifini kullanıyor ve
rüşvet yiyormuş."
Yalan dolan: Hile, düzen, dalavere, yolsuz davranış,"Yalan
dolanla iş görmeye kalkanların başına işte bunlar gelir."
Yalan yere: Gerçeğe
uygun olmayarak."Yalan yere adamı şikâyet ettiler."
Yalayıp yutmak: 1.
İştahla, hiçbir şey bırakmadan yiyip bitirmek. 2. Kötü bir söz ya da davranış
karşısında sessiz kalıp, kabullenmek."Sofradaki bütün yemekleri yalayıp
yuttu."
Yalpa vurmak: İki yana, sağa sola; bir o yana, bir bu yana sallanarak
yürümek."Nedendir bilmem, yalpa vurarak yürüyordu."
Yalvar yakar olmak: Çok
yalvarıp yakarmak.
Yan bakmak: Beğenmeyerek, kötü niyetle, düşmanca
bakmak."Bu adamın her gün yan bakması artık canıma yetti!"
Yan basmak: 1.
Aldanmak. 2. Kaypaklık edip dürüst davranmamak."Sana tanınan bu fırsatı iyi
değerlendir, sakın yan basayım deme."
Yan çizmek: Kendisine yüklenen bir
görevden kaçmak."Üç kişi yan çizdi, demek ki ikimiz taşıyacağız bu
bidonları."
Yandan çarklı: 1. Şekeri yanına konmuş olan kahve veya çay."Usta,
iki yandan çarklı yap!" 2. Bir omuzu düşük olarak yürüyen. 3. Çarkı yanda olan
gemi.
Yan gelip yatmak: Yapacak işleri olduğu hâlde yapmamak, rahatına
bakmak, keyfince yaşamak."Hiç çalışmıyor, yan gelip yatıyor akşama
kadar."
Yangına körükle gitmek: Anlaşmazlığı, gerginliği, kargaşalığı
artırıcı, her iki tarafı kışkırtıcı söz ve davranışlarda bulunmak."Sen karışma,
çekil aralarından, yangına körükle mi gitmek istiyorsun?"
Yan gözle bakmak:
1. Kötü niyetle, düşmanca bakmak. 2. Göz ucuyla bakmak."Tezgâhtaki mallara yan
gözle bakıp geçti."
Yanık ses: Hüzünlü, çok dertli, içindeki acıyı dile
getiren ses.
Yanına bırakmamak: Kendisine yapılan kötülüklerin öcünü almak,
cezasını sert karşılıklarla vermek."Bunu, onun yanına bırakmayacağım."
Yanına
(kâr) kalmak: Kendisinden öç alınmamak, yaptığı kötülük sert karşılık görmemek,
cezasız kalmak."Adamın yaptığı yanına kâr kaldı, nasıl adalet bu?"
Yanına
salâvatla varılır: Çok öfkeli, kızgın ve kibirlidir.
Yanından bile geçmemiş:
Hiç ilgisi yok, en ufak benzerliği bile yok."Sen kardeşini bir görsen, bu onun
yanından bile geçmemiş."
Yanıp tutuşmak: 1. Elde etmek için güçlü bir istek
duymak, elde edemediği için de büyük üzüntü içinde olmak. 2. Kuvvetli bir aşkla
sevmek."Bakan olmak isteğiyle yanıp tutuşuyordu."
Yanıp yakılmak: Sızlanıp
şikâyet etmek, derdini döküp durmak."Çoluk çocuk açtı, kimse yardım elini de
uzatmıyordu, birine de yanıp yakılmayı bir türlü kendine
yediremiyordu."
Yanlış ata oynamak: Kazanmak için giriştiği işte tuttuğu yol,
dayandığı kimse dayanıksız ve çürük çıkmak, dolayısıyla aldanmış
olmak.
Yanlış kapı çalmak: İsteğinin yapılamayacağı bir yere başvurmak."Meğer
biz yanlış kapı çalmışız."
Yan tutmak: Taraflardan birini desteklemek, onun
söz ve davranışlarını benimsemek, yansız olmamak."Yan tutmayıp tarafsız kalırsan
senin için daha iyi olur."
Yan yan bakmak: Düşmanca, kötü niyetle
bakmak.
Yapmadığını bırakmamak: Bütün kötülükleri yapmak, eziyet
etmek.
Yara açmak: 1. Bir şeyin yüzünde, özellikle de vücudun bir yerinde
yara oluşmasına sebep olmak. 2. Büyük dert, acı, üzüntü vermek."Onun sözleri
içimde bir yara açtı."
Yaraya merhem olmak: Acil ihtiyaçları karşılamak."Şu
getirdiklerim yaraya merhem olur mu bilmem?"
Yardan atmak: Bir kimseyi
aldatarak kazaya uğratmak, tehlikeli bir durumun içine itmek, türlü belâlara
sokmak."İnsan dostunu yardan atar mıymış?"
Yarı buçuk: Tam değil, çok az,
tamamlanmamış, baştan savma.
Yarım adam: Güçsüz, sakat, zayıf, hasta
kimse."Ben bir yarım adamım diye beni hor göremezsiniz!"
Yarım ağızlı
(söylemek): İsteksizce, istemeye istemeye, gönülsüzce (söylemek)."Demek sizi de
yarım ağızla davet ettiler."
Yarım yamalak: Gelişigüzel, üstünkörü, eksik ve
kusurlu."Ödevlerini bir daha yarım yamalak yapma!"
Yarından tezi yok: En kısa
zamanda, çok çabuk, geciktirmeden.
Yarı yolda bırakmak: Verilen desteği,
yapılan yardımı sonuna kadar götürmemek."Sana nasıl güvenebilirim, beni kaç kez
yarı yolda bıraktın."
Ya sabır çekmek: Kötülüklere, sıkıntılara, üzücü
olaylara karşı tepki göstermemeye çalışıp, Cenab-ı Allah`tan kendisine sabır
vermesini istemek.
Yaş Dökmek: Ağlamak."Senin için az yaş dökmedi
ailen."
Yaşını başını almış (olmak): Yaşı epeyce ilerlemiş olmak, yaşlanmış
veya olgunlaşmış olmak."Yaşını başını almış bir adamdır, çekinmeyin, gidin, size
olgun davranacaktır."
Yaşını içine akıtmak: Hissettiği acıyı, ızdırabı,
üzüntüyü belli etmemek; ağlamak isteğini bastırmak.
Yaş tahtaya (yere)
basmamak: Kolay kolay tuzağa düşmemek, uyanık davranmak."O, benim yaş tahtaya
basmayacağımı iyi bilir."
Yatağa düşmek: Hastalık yüzünden yatmak zorunda
kalmak, ayağa kalkamayacak durumda olmak."Sizin yüzünüzden yatağa düştü
çocukcağız."
Yataklık etmek: Bir suçluya yardım etmek, onu gizlemek,
barındırmak.
Yatak yorgan yatmak: Çok hasta olmak."Bizim adam yatak yorgan
yatıyor, ne yiyor, ne içiyor."
Yatırım yapmak: Gelir amacıyla bir işe para
yatırmak veya aynı amaçla önceden ortam hazırlamaya çalışmak."Biz o arsayı
yatırım yapmak için aldık."
Yavaş gel: "Atıp tutma, abartma, ölçüsüz konuşma"
anlamında kullanılır.
Yaya kalmak: 1. Taşıt ya da hayvana binmeden yürümek
zorunda kalmak. 2. Yardımcısız kalmak, güvendiği yer ve kişileri kaybetmek,
istediği şeyi yapamaz olmak."İşte şimdi yaya kaldın, ne yapacaksın
görelim?"
Yayan yapıldak: Çıplak ayakla, yayan."Onca yolu yayan yapıldak
yürüyecek."
Yaygarayı basmak: Bağırıp çağırmak, önemli bir nedeni olmadığı
hâlde feryat etmek."Elinden şekeri alınınca yaygarayı bastı."
Yaz boz
tahtasına çevirmek: Bir konuda birbirine uymayan kararlar almak, kararsızlık
yüzünden bir konuda sık sık fikir değiştirmek.
Yedeğe almak: Bağlayarak
arkasından çekip götürmek.
Yedi canlı: Pek çok ölüm tehlikesi geçirip sağ
kurtulan insan ya da hayvan."Yedi canlı mısın nesin, nasıl kurtuldun o
kazadan?"
Yedi düvel: Bütün devletler, herkes, bütün dünya."İstiklâl
Savaşı`nı yedi düvele karşı verdik biz."
Yediden yetmişe: En büyüğünden en
küçüğüne, eli ayağı tutan herkes."Halk yediden yetmişe silâhlanmış düşmanı
bekliyordu."
Yediği naneye bak: Yersiz, uygunsuz iş yapanlar için
kullanılır.
Yedi iklim dört bucak: Hemen her yer, bütün dünya."Yedi iklim
dört bucak dolaştı durdu."
Yedi kat yabancı: El, ne akraba, ne tanıdık,
hiçbir yakınlığı yok."Yedi kat yabancıyla iş yapmam diyor."
Yeğ tutmak: Bir
şeyi bir şeyden daha önemli görüp tercih etmek."Kim ki öbür dünyayı bu dünyaya
yeğ tutar, o kazanmıştır."
Ye kürküm ye: Saygının kişiliğe karşı değil,
zenginliğe, varlığa, giyim ve kuşama karşı gösterildiğini anlatmak için
kullanılır.
Yele vermek: 1. Boşuna harcamak. 2. Savurmak."Bütün parayı yele
vermek zorunda mıydın?"
Yelkenleri suya indirmek: Israrından, iddiasından,
direnmekten vazgeçip karşısındakinin dediğini kabul etmek; yüksekten atıp
tutmayı bırakarak yumuşamak."Yelkenleri nasıl da suya indi dediğini
yaptıramayınca."
Yel yeperek yelken kürek: Telâş içinde, çok acele olarak,
heyecanla.
Yemeden içmeden kesilmek: Bir üzüntü, korku ya da heyecan
sebebiyle yiyemez duruma gelmek, iştahı kapanmak."Yemeden içmeden esildi, âşık
mıdır nedir?"
Yeme de yanında yat: İstek uyandıran, görünüşü çok çekici olan,
çok lezzetli yemekler için kullanılır.
Yemin etsem başım ağrımaz: "Gerçek
olduğundan eminim, bu konuda yemin de edebilirim" anlamında
kullanılır.
Yenilir yutulur gibi değil: 1. Yenmeyecek nitelikte (yiyecekler
için). 2. Aşırı, çok pahalı. 3. Çok ağır, kabul edilmez (söz). 4. Kendisiyle
başa çıkılamayacak durumda olan."Doğrusu yenilir yutulur gibi değildi o
sözler."
Yer almak: 1. Bir şey yapanların arasında bulunmak. 2. Adına ayrılan
yerde bulunmak"Şiir komisyonunda sen de yer aldın mı?"
Yer cücesi: Ufak tefek
olduğu gibi kurnaz, fitneci, çok bilmiş kimse.
Yer demir gök bakır: "Hiçbir
yerden yardım alma umudu kalmadı, bütün kapılar kapalı, yardım imkânları ortadan
kalktı, kime baş vurdumsa elim boş döndüm" anlamında çaresizliği anlatmak için
kullanılır.
Yerden yere çalmak: Çok hırpalamak, acınacak duruma düşürmek, zor
durumlarda bırakmak."Bütün milletin içinde yerden yere çaldı
delikanlıyı."
Yere bakan yürek yakan: Uslu, uysal, sessiz görünüp gizliden
gizliye ve sinsice dolap çeviren, kötülük yapan kimse."Desene yere bakan yürek
yakan cinstenmiş o da."
Yere göğe koyamamak: Çok önem vermek, nasıl
ağırlayacağını ve memnun edip mutlu kılacağını bilememek.
Yer etmek: 1. İz
bırakmak. 2. İyice yerleşmek."Bu sözler kulağına iyice yer eder
umarım."
Yerinde duramamak: Sürekli hareket etmek, kıpırdanmak,
sabırsızlanmak, içi içine sığmamak, eyleme geçmek için telâş içinde
dolaşmak."Gelecekleri haberini alınca ne yapacağını şaşırdı; yerinde duramıyor,
sağa sola koşturup duruyordu."
Yerinden oynamak: 1. Bulunduğu bir yerden
ayrılmak. 2. Hareketli, heyecanlı, gürültülü, karışık bir zaman yaşamak."O büyük
kahramanın dönüş haberi gelir gelmez şehir yerinden oynamıştı
sanki!"
Yerinden oynatmak: Yerini değiştirip başka bir yere kaldırmak."Sakın
bu vazoyu yerinden oynatmayın."
Yerinde saymak: 1. Yürür gibi yaparak hep
aynı yerde ayaklarının birini kaldırıp birini basmak. 2. Hiç gelişme, ilerleme
gösterememek."Okullar neredeyse kapanacak ama bizim çocuk hâlâ yerinde sayıyor,
okumayı bir türlü sökemedi."
Yerinde yeller esmek: Yok olmak, artık
bulunmamak."Gittiğimde ayakkabıların yerinde yeller esiyordu."
Yerin dibine
geçmek: 1. Çok utanmak, sıkılmak. 2. Kaybolmak, göze görünmez olmak."Şuradaydı
ama bulamıyorum, yerin dibine geçti sanki!"
Yerine geçmek: 1. Görevden
ayrılan birinin yerine geçmek. 2. Bulunmayan bir nesnenin yerine
kullanılabilmek."Emekli olan müdürün yerine geçmek için iki müdür yardımcısı
yarışa tutuştular."
Yerini bulmak: 1. Aradığı bir yeri bulmak. 2. Yerine
gelmek. 3. Kendine uygun durumu, mevkiyi bulmak."Yerini bulursam kızımı vermekte
gecikmeyeceğim."
Yerini doldurmak: 1. Daha önce görevinden ayrılan, yerine
geçtiği biri kadar başarılı olmak. 2. Yerinin adamı, görevinin üstesinden gelir
olmak."Bakalım yerini doldurabilecek mi?"
Yeri yurdu belirsiz: Serseri; ne iş
yaptığı, nerde kaldığı, nereli olduğu bilinmeyen."Yeri yurdu belirsiz bu adama
yüz verme demedim mi?"
Yerle bir etmek: Bir yeri yakıp yıkmak, tahrip etmek,
temeline kadar söküp dağıtmak, taş taş üstüne bırakmamak."Koca kenti bir saat
bombalayıp yerle bir ettiler."
Yerli yersiz: Uygun olsun olmasın, uygun
zamanı kollamadan."Yerli yersiz konuşup duruyor geveze adam."
Yer tutmak: 1.
Bir yeri kaplamak. 2. Birine bir yer ayırmak."Salonda yer tutmak
yasaktır!"
Yer vermek: 1. Önemini belirtmek. 2. Kendi yerini bir başkasına
vermek. 3. İmkân tanımak."Bu fikre de yer vermeliyiz."
Yer yarılıp içine
girmek: 1. Çok utanmak. 2. Yitirilen şey bir türlü bulunamamak."Yer yarılıp
içine girdi sanki, önceki gün şurada duruyordu."
Yer yerinden oynamak: Bir
olay toplumda telâş, heyecan, gürültü, patırtı, kargaşa oluşturmak."Bu kaleyi de
zapdedersek yer yerinden oynayacak, bizi kimse tutamayacak artık."
Yeşil ışık
yakmak: Bir şeyin olmasına izin vermek, göz yummak."Onların bize yeşil ışık
yakacaklarını hiç sanmıyorum."
Yılan hikâyesi: Bir türlü sonuca bağlanamayan,
çözümlenemeyen, uzayıp giden (mesele ya da iş)."Yılan hikâyesine döndü iş, ne
yapacağız şimdi?"
Yılanın kuyruğuna basmak: Zararı dokunacak, kötülük yapacak
bir kimseye ilişmek ya da sataşmak yoluyla fırsat vermek.
Yıldırımları (veya
şimşekleri) üstüne çekmek: Kimi davranışlarıyla pek çok kimseyi kızdırarak
eleştirilere, saldırılara yol açmak."Bu hareketlerinle şimşekleri üzerine
çekiyor, hepimizi tehlikeye atıyorsun."
Yıldırımla vurulmuşa dönmek: Ansızın
ortaya çıkan kötü bir durum karşısında sarsılmak, ne yapacağını bilemez olmak,
bitkin ve şaşkın bir duruma düşmek."İflas haberini duyunca yıldırımla vurulmuşa
döndü, oraya yığılıp kaldı."
Yıldızı barışmamak: Aralarında görüş, düşünce ve
duygu ayrılıkları bulunup birbirlerinden hoşlanmamak, birbirleriyle iyi
geçinmemek, anlaşıp uyuşamamak."Şu adamla yıldızım bir türlü barışmadı
gitti."
Yıldızı parlamak: Çok başarılı olup herkesin dikkatini çekecek duruma
gelmek, ün kazanmak."Yıldızı parladığı bir sırada hayata veda etti."
Yıldızı
sönmek: Ününü ve itibarını kaybetmek."Yıldızının bu kadar çabuk söneceği kimin
aklına gelirdi ki!"
Yiğitlik sende kalsın: "Karşısındaki anlamasa da hoşgörü
göster, özveride bulun, ılımlı davran, böylelikle soylu davranışını göstermiş
olursun" anlamında bir anlaşmazlığa son vermek için taraflardan birine
söylenir.
Yiyip bitirmek: 1. Parayı tüketinceye dek harcamak. 2. Yemeği sonu
gelinceye kadar yemek. 3. Birini üzmek, tedirgin etmek, devamlı
hırpalamak."Senin bu hareketlerin beni yiyip bitirdi!"
Yok canım!: 1. Gerçek
mi, öyle mi? 2. Hayır inanmam, doğru değil bu!"Yok canım, değil ona gitmek, hiç
görmedim bile."
Yok devenin başı!: "Daha neler, çok abartıyorsun, bu sözlere
inanmam" anlamında, söylenenlere inanılmayacağını anlatmak için
kullanılır.
Yok pahasına: Son derece ucuz, değerinin altında bir fiyata, ölü
fiyatına."Yok pahasına sattılar evi, yazık oldu."
Yol açmak: 1. Yeni bir yol
yapmak. 2. Herhangi bir sebepten ötürü kapanmış yolu açmak, geçilir duruma
getirmek. 3. Birinin geçmesi için kenara çekilip geçme önceliği tanımak. 4. Bir
olayın başlamasına sebep olmak, öncülük etmek."Onun bu çıkışı özgürlük
hareketinin başlamasına yol açtı."
Yola çıkmak: 1. Bir yere gitmek üzere
bulunduğu yerden ayrılmak."Sabah erkenden yola çıkacaklarmış."
Yola düşmek:
Bir zorunluluk sebebiyle yola çıkmak, yol almaya başlamak."Çabuk olun, onlar
yola düşmüşlerdir bile."
Yola gelmek: Ters tutumunu düzeltmek, uslanmak,
istenilen biçimdeki davranışı kabul etmek."Kaygılanma, eninde sonunda yola
gelecektir."
Yola getirmek: Birinin bir konudaki ters tutumunu
düzeltmek.
Yol almak: 1. Çıkılan yolda ilerlemek."Bir saatte epey yol
alırız." 2. Mesleğinde ilerlemek."Kaynakçılığa başlayalı çok olmadı ama oldukça
yol aldı."
Yol aramak: Bir meseleye çare bulmaya çalışmak, imkân aramak."Bu
çıkmazdan kurtulmak için bir yol arıyoruz fakat bulamıyoruz."
Yol bulmak: Bir
çözüm, bir çare bulmak."İnşallah bir yolunu bulur, öderiz borcumuzu."
Yoldan
çıkmak: 1. Bir taşıt bir sebeple yolundan ayrılmak, gitmez olmak. 2. Kötü yola
sapmak, doğru yoldan ayrılmak, azgınlığa düşmek."Komşunun çocuğu iyice yoldan
çıkmış, ne yaptığını bilmiyor."
Yoldan kalmak: Gitmek istediği yere
gidememek, alıkonmak, bir engel dolayısıyla gecikmek."Çekilin önümüzden, bizi
biraz daha oyalarsanız yoldan kalacağız."
Yol geçen hanı: Hemen herkesin
girip çıktığı, uğradığı yer."Sanki bu ev yol geçen hanı, hiç mi rahat
etmeyeceğiz kendi evimizde!"
Yol göstermek: 1. Rehberlik etmek, yolu
bilmeyene tarif etmek, nasıl gidileceğini anlatmak. 2. Nasıl davranılacağını, ne
yapılacağını öğretmek."Benim elimden bir şey gelmez, patrona git, o bir yol
gösterir sana."
Yol iz bilmemek: 1. Bulunduğu yerde yabancı olup gideceği
yolu ve yeri bilmemek. 2. Görgüsüz davranmak.
Yol kesmek: 1. Birinin
geçmesine engel olmak. 2. Issız yerlerde, yollarda soygunculuk yapmak."Düğün
alayının yolunu kesmiş eşkıyalar."
Yol tutmak: Yaşayışını inandığı, doğru
bildiği bir düzende sürdürmek."Sen de kendine özgü bir yol tuttun
demek!"
Yolu (ayağı) düşmek: Yolu üzerinde bulunan o yerden geçmesi gerekmek;
o yer, yolu üzerinde bulunmak."Sizin köye de yolum düştü, babanı gördüm, sana
selâm söyledi."
Yoluna çıkmak: 1. Karşılamaya gitmek. 2. Yolda karşısına
çıkmak."Bütün kasaba halkı yeni gelen kaymakamın yoluna çıkmıştı."
Yoluna
(rayına) girmek: İstenilen biçimi almak, gerekli olan şekilde
gelişmek.
Yoluna koymak: Bir işi olumlu bir duruma sokmak, istenilen şekle
getirmek."İşlerini kısa zamanda yoluna koymayı başardı."
Yolunu beklemek:
Gelmesini beklemek."Az yolunu beklemedi oğlunun."
Yolunu bulmak: 1. Kanunî
olmayan yollardan kazanç sağlamak. 2. Çözüme ulaşmak, gereken çareyi bulmak."Onu
razı etmenin yolunu buldum, çabuk benimle gel."
Yolunu kaybetmek: Hangi
yoldan gideceğini bilememek, şaşırmak."Çocuklar yollarını kaybetmişler, tam aksi
yönde ilerliyorlardı."
Yolunu sapıtmak: Kötü yola düşmek, doğru yoldan
ayrılmak."Yolunu sapıtmış şu adamı Allah` tan başka kim doğru yola
getirebilir?"
Yolunu yapmak: Bir işi olumlu sonuca ulaştıracak ya da mümkün
kılacak girişimde bulunup hazırlık yapmak veya tedbir almak.
Yolu tutmak: Bir
yoldan kimseyi geçirmeyecek biçimde düzen kurmak."Askerler tam teçhizatlı yolu
tutmuşlar, bekliyorlardı."
Yol yordam: Bir şey, davranış ya da yapışın usul
ve kuralları."Madem yol yordam bilmezsin neden kalkışırsın böyle bir
işe."
Yorgan gitti, kavga bitti: "Kavga, çekişme, anlaşmazlık nedeni olan şey
ortadan kalkınca kavga da sona erdi." anlamında kullanılır.
Yorgunluğunu
almak: 1. Yorgun kişi, yorgunluğunu gidermek için dinlenmek. 2. Yorgun birini
dinlendirmek.
Yorgunluğunu çıkarmak: 1. Dinlenmek. 2. Yaptığı işten,
dinlenmesini sağlayacak iyi bir haber alıp huzur içinde olmak.
Yörüngesine
oturtmak: 1. (Uydu) istenilen yerde ve yönde hareket eder olmak. 2. Bir iş
yoluna girmek, rayına oturmak.
Yufka yürekli: Çok duygulu olup olaylardan
hemen etkilenip ağlayan, çok acıyan, üzülen kimse."Senin bu kadar yufka yürekli
olacağını düşünemezdim.
Yukarı tükürsem bıyık, aşağı tükürsem sakal: İki
davranış, iki kimse, iki karşıt şey arasında bir tercih yapamama zorluğunu
anlatmak için kullanılır.
Yumruk kadar: 1. Küçücük, bir yumruk büyüklüğünde
ancak (nesne). 2. Küçük çocuk."Yumruk kadar çocuktan dayak yediğin doğru
mu?"
Yumurta kapıya gelmek: Yapılması gereken bir iş için zaman daralmış
olmak, iş çok sıkışık zamana rastlamak."Sen hep işleri yumurta kapıya gelence mi
yaparsın?"
Yumurtaya kulp takmak: Hemen her şeye bir kusur bulmak, bahane
bulmakta usta olup hiçbir şeyi beğenmemek.
Yumuşak yüzlü: Kendisinden
istenilenleri geri çevirmeyen, kimseyi gücendirmek istemeyen kimse."Yumuşak
yüzlü olduğum için mi tepeme çıkıyorsunuz?"
Yuvarlak hesap: Ayrıntıya
girmeden, bir bütün sayıya yaklaşık olarak tamamlanabilen hesap."Aldığımız
mallar yuvarlak hesap yüz bin lira tuttu."
Yuvarlanıp gitmek: Eldeki imkânlar
içinde hayat sürmek."Yuvarlanıp gidiyoruz işte."
Yuvasını bozmak: Ev ve aile
düzenini bozmak, dağıtmak, alt üst etmek."Hiç sebepsiz yuvasını bozdu nankör
adam."
Yuvasını yapmak: Birinin hakkından gelmek, hakettiği ceza ya da cevabı
vermek."Onun yuvasını yapmak ancak bana düşer."
Yuvasını yıkmak: 1. Birinin
eşinden ayrılmasına yol açmak. 2. Bir kimse eşinden ayrılarak aile düzenini
bozmak, yok etmek."Zorla kadıncağızın yuvasını yıktılar, lânet olsun
onlara."
Yük altına girmek: Sorumluluk gerektiren, ağır bir görevi kabul
etmek."Desene boş yere yük altına girmişiz biz."
Yük olmak: 1. Sıkıntılı bir
işi başkasına yaptırmak. 2. Masraflarını başkasına ödetmek."Çocuklarım artık
bana yük olmuyorlar."
Yükseklerde dolaşmak: Elde edilmesi zor şeyler
istemek."Yükseklerde dolaşmayı bırak da olabilecek bir şey iste."
Yüksek
perdeden konuşmak: 1. Yüksek sesle konuşmak. 2. Meydan okurcasına sert konuşmak.
3. Yapılması güç şeyleri yapacakmış gibi abartılı konuşmak."Bu adam yüksek
perdeden konuşmaya bayılıyor."
Yüksekten atmak: Yapamayacağı şeyleri
söylemek."Amma da yüksekten atıyor."
Yükte hafif pahada ağır: Taşınması
kolay, değerli eşya (altın, elmas gibi.)
Yükün altından kalkmak: 1. Üzerine
aldığı ağır bir işi başarmak. 2. Gördüğü bir iyiliğin karşılığı olarak bir
şeyler yapmak."Onu bu yükün altından kalkamaz sananlar nasıl da
yanıldılar."
Yükünü tutmak: Çok zenginleşmek, para ve mal kazanmış
olmak."Kısa zamanda yükünü tuttu bizim komşu."
Yüreği ağzına gelmek: Birden
bire çok korkmak, kalbi yerinden fırlayacakmış gibi hızlı hızlı atmak."Karanlık
ve ıssız sokakta yürürken bir çığlık duydu, yüreği ağzına geldi o an."
Yüreği
cız etmek: Çok acımak, içi sızlamak."Eşinin o hâlini görünce yüreği cız
etti."
Yüreği çarpmak: 1. Korku ve kaygı duyup merak etmek, bu sebeple
tedirgin olmak. 2. Yüreği hızlı vurmak.
Yüreği dayanmamak: Çok acı duymak,
acısına katlanamamak."Ailesinin son ferdini de kaybedince yüreği dayanmadı
ihtiyar kadının, yatağa düştü."
Yüreği ezilmek: 1. Üzülmek, çok acı duymak.
2. Çok acıkmış olmak."İçim eziliyor, bir şeyler yemeliyim."
Yüreği hop etmek:
Bir olay karşısında birdenbire korkup heyecanlanmak.
Yüreği ferahlamak: İçi
kaygıdan, sıkıntıdan kurtulmak.
Yüreği kabarmak: 1. Midesi bulanmak. 2.
Merak, kaygı, korku ve sıkıntı yüzünden derin bir soluk alma gereği
duymak.
Yüreği kalkmak: Heyecanlanmak."Tekne sallandıkça yüreği
kalkıyordu."
Yüreği kararmak: İçine bir karamsarlık, bir sıkıntı çökmek;
iyimserliği ortadan kalkmak."Yüreğin kararmasın, onu bulacağımızdan emin
ol."
Yüreği katı: Acımasız, acıma duygusundan yoksun kimse.
Yüreğine
(içine) dert olmak: Birine karşı ya da birinin kendine karşı yaptığı bir
davranış sonradan kendisi için acı, üzüntü kaynağı olmak."Ona yemek vermedim ama
yüreğime dert oldu."
Yüreğine inmek: 1. Birdenbire ölmek. 2. Büyük ölçüde
üzülmek."Bu acı haberi verip de yüreğine indirmek mi istiyorsun?"
Yüreğine
(içine) işlemek: Çok tesirli olmak, derinden acı vermek.
Yüreğine od düşmek:
Yüreği yanmak, belli bir sebep sonucu büyük bir acı duymak, çok üzülmek."Kim ki
başkasının uğradığı felâket onun yüreğine od düşürür, işte adam
odur."
Yüreğine su serpilmek: Duyduğu üzüntüyü hafifletecek bir haberle
karşılaşmak, ferahlamak."Demek mahkemeye başvurmaktan vazgeçmiş, yüreğime su
serpildi doğrusu, yoksa olayı hemen herkes duyacaktı."
Yüreği küt küt atmak:
Korku ve heyecandan yüreği hızlı hızlı çarpmak.
Yüreği oynamak: Ansızın
heyecanlanmak veya korkmak, tedirgin olmak.
Yüreği (içi) parçalanmak: Çok
acımak, karşılaştığı bir durum sebebiyle çok üzüntü duymak."Zavallının o hâlini
görünce içim parçalandı."
Yüreği pek: 1. Korkusuz, yürekli, çok cesaretli. 2.
Yüreği katı."Onca insanla baş etmeyi göze alıyor, yüreği pek bir insanmış demek
ki."
Yüreği yanmak: 1. Çok fazla acımak. 2. Bir felâkete uğramak."Yüreğim
yanıyor, acısını bir türlü unutamıyorum."
Yürükten bağlanmak: İçten, samimi
olarak sevgi ve saygı duymak.
Yürürlüğe girmek: Bir kanun ya da kararname
uygulanmaya başlamak.
Yüzünü ağartmak: Yakınlarının övünç duymasına neden
olacak beğenilir bir iş yapmak.
Yüz bulmak: Kendisine gösterilen hoşgörüden
yararlanma yoluna gidip şımarmak, hoşa gitmeyen davranışlarda bulunmak.
Yüze
gülmek: 1. Sevimli, çekici görünmek. 2. Yalandan dost görünmeye çalışmak."Yüze
gülüp arkadan insanın ekmeğini alır onlar."
Yüze vurmak: İşlediği bir suçu ya
da kabahati birinin açıkça yüzüne söyleyip onun utanmasına yol açmak."Suçunu
sakın yüzüne vurup da utandırma onu."
Yüze yüze kuyruğuna gelmek: Uzun süren
bir işin sonuna yaklaşmış olmak.
Yüz görümlüğü: Güveyin gelinin duvağını
açarken verdiği armağan.
Yüz göz olmak: Senli benli olmak ve birbirinden
çekineceği kalmamak, aradaki mesafe kalkmış olmak, lâubalileşmiş olmak."İyice
yüz göz olduk, beni artık dinlemiyorlar."
Yüz karası: 1. Utanılacak bir
durum. 2. Ailesi, çevresi için utanç verici bir iş yapmak."Ailemizin o yüz
karasını hiç kimse görmeye gitmeyecek, anladınız mı?"
Yüz kızartıcı: Çok
utandırıcı hareket veya durum.
Yüz dökmek: Zorlanarak, utanmayı ve sıkılmayı
göze alarak, yalvararak bir kimseden ricada bulunmak.
Yüz tutmak: Bir şey
olmak üzere bulunmak."Hava kararmaya yüz tuttu."
Yüzde kalmak: 1.
Derinleştirmemek. 2. Önemli şeyler meydana getirmemek.
Yüzü ak: Suçu,
utanılacak durumu bulunmamak; temiz ve saf olmak."Alnım açık, yüzüm
aktır."
Yüzü görmemek: Kimi şeylere hiç sahip olamamak, onlardan uzak
bulunmak."Çocuklar günlerdir et yüzü görmediler."
Yüzü gözü açılmak: 1.
Çevresi ile ilişkilerini geliştirmeye başlamış olmak, dünyayı anlamaya başlamak.
2. İyiyi kötüyü, kendine yarayanı ayırt edici duruma gelmek.
Yüzü gülmek: 1.
Sevinci yüz hatlarında anlaşılır olmak. 2. Neşelenip sıkıntıdan kurtulmak,
feraha kavuşmak."Bakıyorum yüzün gülüyor, sebebi ne ola ki?"
Yüzü kalmamak:
Bir kimseye karşı pek borçlu bulunmak ve ondan artık bir şey isteyecek hâli
kalmamak."Bu güne kadar ne istedimse verdi. Artık yüzüm kalmadı, git,
isteyebileceksen sen iste."
Yüzü kara: Utanacak bir durumu olan.
Yüzü
kasap süngeri ile silinmiş: Utanacak, sıkılacak, arlanacak yanı kalmamış;
arsız.
Yüzünden (suratından) düşen bin parça olmak: Sıkıntısı, öfkesi ve
küskünlüğü yüz ifadesinden belli olmak."Babamın yüzünden düşen bin parça, ne
oldu yine?"
Yüzünden okumak: 1. Ezberden değil, yazılı kâğıttan ya da
kitaptan okumak. 2. Neler hissettiğini, durumunu yüzünden anlamak."Onun ne mal
olduğu yüzünden anlaşılıyor."
Yüzüne bir daha bakmamak: Darılıp küsmek, bir
daha konuşmamak; önemsemeyip ilgisiz kalmak.
Yüzüne kan gelmek: Benzi beti
yerine gelmek, sağlığına kavuştuğu yüzünün kızarmasından belli olmak; soluk
rengi geçmek."İki şişe serum verdiler, sonunda yüzüne kan geldi."
Yüzünü
ağartmak: Yakın çevresinin övünç duymasına neden olacak bir iş yapmak veya
başarı kazanmak."Uluslararası maratonda birinci gelerek milletin yüzünü ağarttı
bu çocuk."
Yüzünü ekşitmek: Rahatsız olduğunu, hoşnut olmadığını, öfke
duyduğunu yüz ifadesiyle belli etmek."Haydi kalk, yüzünü ekşitme öyle, çok
kalmayacağız onlarda."
Yüzünü gören cennetlik: Uzun bir süre ortalıkta
görünmeyen kimseler için kullanılır.
Yüzünü kara çıkarmak: Yaptığı bir iş ya
da davranışla birini utandırmak, mahçup duruma düşürmek."Sakın onu gönderme,
yüzünü kara çıkarır yoksa, pişman olursun!"
Yüzünü kızartmak: Birini
utandırıp yüzünün kızarmasına yol açmak."Onun utanacağı sözleri söyleyip de
yüzünü kızartmadan duramaz mısın sen?"
Yüzünün akıyla çıkmak: Bir işe girip o
işten başarı elde ederek, onurunu zedelemeden, utanılacak bir duruma düşmeden
çıkmak.
Yüzü sirke satmak: Yüzünden hoşnut olmadığı anlaşılmak, asık yüzlü
olmak."Baksana, yüzü sirke satıyor adamın."
Yüz üstü bırakmak: Tamamlanmamış
bir durumda, yarı yolda bırakmak."İşleri yüz üstü bırakıp gitti."
Yüzü soğuk:
Ürküntü veren, hoşnutluk vermeyen, sevimsiz,"Aman ne yüzü soğuk adamdı o
öyle!"
Yüzü suyu hürmetine: Bir kimsenin hatırına değer verildiği için."Hz.
Peygamber`in yüzü suyu hürmetine Cenab-ı Allah, bizleri inşallah
bağışlar."
Yüzü tutmamak: Bir şey istemeye ya da söylemeye çekinmek, cesaret
edememek."Babamdan para isteyeceğim ama bir türlü yüzüm tutmuyor."
Yüzü
yerde: Alçakgönüllü.
Yüzü yok: "Bir şeyi yapmaya cesareti yok, öyle
yanlışlıklar yaptı ki teklif etmeye utanıyor." anlamında kullanılır.
Yüz
vermek: Her istediğini yerine getirerek şımartmak; yakınlık göstererek, hoş
görülü davranarak ölçüsüz hareketler yapmasına sebep olmak.
Yüz yüze bakmak:
Yakın ilişki içinde bulunup, bu ilişkileri bir süre devam etmek."Birbirimize iyi
davranalım, epey bir zaman burada yüz yüze bakacağız."
Yüz yüze gelmek: 1.
Birden karşılaşmak. 2. Bir araya gelmek."Bu meseleyi yüz yüze geldiğiniz zaman
konuşursunuz."
Zahmet çekmek: Sıkıntı, güçlük, yorgunluk ve eziyetlere
katlanmak."Senin adam olman için az zahmet çekmedim ben."
Zahmete sokmak:
Birine sıkıntı, güçlük ve yorgunluk vermek; masraf ettirmek."Adamcağızı durup
dururken zahmete sokmuşsunuz."
Zaman kazanmak: Birini oyalayarak ihtiyacı
olduğu zamanı mümkün olduğunca uzatmaya çalışmak.
Zaman kollamak: 1. Uygun
bir fırsat beklemek. 2. Bir işin sırasını beklemek."Zamanını kolla öyle gir işe,
zamansız girip de rezil olma."
Zaman öldürmek: Kimi şeylerle uğraşarak belli
bir zamanın geçmesini sağlamak, boş şeylerle vakit geçirmek."Burda beklemekle
zaman öldürüyoruz beyler."
Zaman vermek: Bir iş için belli bir süre
ayırmak."Bana biraz zaman verirseniz gidip onu çağırabilirim."
Zaman zaman:
Belli olmayan zamanlarda, ara sıra."Zaman zaman o da aramıza
katılırdı."
Zamane çocuğu: Eski nesile göre hayli yadırganacak davranışlarda
bulunup sözler sarf eden kimse."Zamane çocuğu ne olacak."
Zar tutmak: Tavla
oyununda istediği sayıyı getirmek için, atmadan önce, zarlara parmaklar arasında
belli bir biçim verip öyle atmak.
Zart zurt etmek: Bağırıp çağırarak,
yükseklerden atıp tutarak çıkışmak; kendini büyük göstererek kaba kuvvet
gösterisinde bulunmak.
Zar zor: 1. Güçlükle, zorla. 2. "Ucu ucuna, kıt
kanaat, istenilen ölçüye ancak yaklaşabildi." anlamında kullanılır."Zar zor
getirdik adamı."
Zehir etmek: Bir şeyin tadını kaçırmak, iyiyken kötü duruma
sokmak."Yediğim şu yemeği zehir ettiniz bana."
Zehir zemberek: İnsanın içine
işleyen, onurunu zedeleyen çok acı söz.
Zembereği boşanmak: 1. Saatin
zembereği kurulmaz duruma gelmek. 2. Kendini tutamayarak uzun uzun
gülmek.
Zemheri zürafası (gibi): Kışın ince elbise giyip gezenler için
söylenir.
Zemin hazırlamak: Bir işin gerçekleştirilmesi için uygun ortam
hazırlamak, meydana getirmek.
Zemzemle yıkanmış olmak: Biri, ötekine göre çok
daha iyi nitelikte olmak.
Zerre kadar: Hiç denecek kadar az."Onu zerre kadar
sevmiyorum."
Zevahiri kurtarmak: Bir işi gereği gibi değil de üstünkörü
yapmak ve böylece söz gelmesini önlemek, görünüşü kurtarmak."Bu girişimimizle
zevahiri kurtardık, daha ne istiyorsun?"
Zeval bulmak: Son bulmak, bozulup
yok olmak, çökmek.
Zeval vermemek: Zarar ziyan vermemek, korumak."Allah
kimseye zeval vermesin."
Zevkten dört köşe olmak: Çok mutlu olduğu
anlaşılmak, çok sevinip keyiflenmek ve aşırı zevk duymak."Takımı galip gelince
zevkten dört köşe oldu."
Zevkine varmak: Bir şeyin tadını alabilmek, çıkarmak
ve duymak; inceliklerini görebilmek."O sabah, manzaranın zevkine
vardık."
Zevkini çıkarmak: Bir şeyin tadından, güzelliğinden olabildiğince
yararlanabilmek."Gelin şu gezinin zevkini çıkaralım."
Zeytinyağı gibi üste
çıkmak: Bir konuda haksız olduğunu kabullenmeyerek kurnazlıkla kendini haklı ya
da suçsuz çıkarmaya çalışmak.
Zıddına gitmek: Karşısındakini sinirlendirmek,
sinirini bozmak; bir şeyin tersine hareket etmek."Niçin devamlı benim zıddıma
gidiyorsun."
Zılgıt yemek: Azarlanmak, paylanmak."Senin yüzünden öğretmenden
zılgıt yedik."
Zınk diye durmak: Birdenbire, aniden durmak."Önümdeki adam
zınk diye durunca ne yapacağımı şaşırdım."
Zırnık (bile) vermemek: Az da
olsa, en ufak bir şey de olsa vermemek."Ona bu mirastan zırnık bile
koklatmayacağım."
Zıvanadan çıkmak: 1. Çok sinirlenip öfkelenmek, taşkınca
hareketlerde bulunmak. 2. Delirmek, aklını oynatmak."Biraz daha konuşup da beni
zıvanadan çıkarmayın!"
Zihin açıklığı: İyi, sağlıklı düşünebilme gücü."Sana
Allah`tan zihin açıklığı dilerim."
Zifiri karanlık: Çok karanlık."Zifiri
karanlıkta yola çıktık."
Zihni bulanmak (karışmak): Sağlıklı düşünemez olmak,
olaylar arasındaki bağlantıyı kaybetmek, ne yapacağını şaşırmak."Bir anda zihnim
bulandı, saçmalamaktan korkup konuşmayı yarıda kestim."
Zihnini bulandırmak:
1. Kuşkulandırmak. 2. Düşünemez hâle getirmek.
Zihnini çelmek: 1. Bir kimseyi
yanıltmak. 2. Kandırıp baştan çıkarmak.
Zihnini kurcalamak: Aklına takılan
bir şeyi anlamaya, kavramaya çalışmak."Akşamki mesele zihnimi kurcalayıp
duruyor."
Zihnini oynatmak: Çıldırmak, aklını yitirip delirmek."Sen zihnini
mi oynattın?"
Zil takıp oynamak: Çok sevinmek.
Zimmetine geçirmek: 1.
Kendine mal etmek. 2. Bir hesabı birinin borcuna eklemek."Devletin onca malını
zimmetine geçirmiş."
Zincire vurmak: Prangaya vurmak (mahkûmu)."Bütün
esirleri zincire vurup zindana atmışlardı."
Zindan kesilmek: 1. Çok karanlık
duruma gelmek. 2. Yaşanılan yer çok sıkıntı verici, yaşanılamayacak derecede
kötü hâle gelmek.
Ziyafet çekmek: Konukları yemek vererek
ağırlamak."Düğünümde bir ziyafet bile çekemedim."
Ziyan etmek: Yersiz, boş
yere harcamak."O kadar ekmeği ziyan etmeye utanmıyor musun?"
Ziyanı yok:
"Önemli değil, önemi yok!" anlamında kullanılır.
Ziyaret etmek: Birini
görmeye, biriyle görüşmeye, bir yeri görmeye gitmek."Hastaları ziyaret etmek
görevlerimiz arasındadır."
Zokayı yutmak: Aldatılıp zarara sokulmak.
Zora
binmek: İş güçleşmek, ancak zor kullanarak halledilecek hâle gelmek."Bir yolunu
bulun, sakın işi zora bindirmeyin."
Zora gelmemek: Sıkıntıya ve baskıya
katlanamamak, güçlüğe sabredememek."Zora gelemem ben, lütfen ısrar
etmeyin!"
Zorun ne?: "Ne istiyorsun, amacın ne?" anlamında
kullanılır.
Zoru olmak: Kendisini zorlayan bir sıkıntısı, derdi olmak."Adamın
bir zoru olduğu yüzünden belliydi."
Zurnanın zırt dediği yer: Yapılmakta olan
işin en hassas, en önemli, en can alıcı noktası.
Züğürt tesellisi: Kötü bir
işte en önemli şeyi kaybettiği zaman bazı önemsiz, iyi olmayan bir yan bularak
sevinmek ve kendini avutma.
Zülfüyâre dokunmak: İşle ilgili olanı, hatırlı ve
güçlü kimseyi veya yüksek bir makamı kimi söz ve davranışlarla gücendirmek,
darılmasına yol açmak."Hayır geri duramam, zülfüyâre dokunsa da
söyleyeceğim."