L-M-N
Laçka olmak: 1. Herhangi bir iş gevşek ve
düzensiz yürütülmek. 2. Mil ya da vida gibi makine bölümleri eskiyip aşınarak
işe yaramaz hâle gelmek."Bu vidalar laçka olmuş, kol tutmuyor."
Lafa boğmak: Birinin söz söylemesine fırsat
vermeyip meseleyi gereksiz ve boş sözlerle anlaşılmaz kılmak, gürültüye getirip
uzatmak.
Laf (söz) altında kalmamak: Bir münakaşa
sırasında söylenen her dokunaklı söze karşılık vermek, söz altında
ezilmemek.
Laf (söz) aramızda: "Söyleyeceğim sözleri
başka biri duymasın, bilmesin, konuştuklarımız aramızda kalsın" anlamında
kullanılır."Laf aramızda, Ali yine öç alacağım demeye başlamış."
Laf atmak: 1. Dokunaklı sözlerle sataşmak,
uzaktan işittirmek. 2. Karşılıklı söyleşmek, konuşmak. 3. Sözle sarkıntılık
etmek."Laf atarak beni tahrik etmeye çalışıyorlardı."
Lafa tutmak: Birini konuşarak, gereksiz meseleler anlatarak
işinden alıkoymak."Onu biraz lafa tutup oyalamaya başladılar."
Laf ebesi: Söyleyecek sözü bol olan, her söze karışan, herkese
söz yetiştiren, çok konuşan."Laf ebeliğini bırak da ne söyleyeceksen
söyle!" Laf etmek: 1. Konuşmak. 2. Bir şeyi dedikodu konusu yapmak."Akşam
buluşalım da iki çift laf edelim." Lafı (sözü) ağzına tıkamak: Birinin sözünü
bitirmesine fırsat vermemek, onu susmak zorunda bırakmak, konuşmasını
önlemek."Ağzını açar açmaz lafı ağzına tıkadılar adamcağızın." Lafı (sözü)
ağzında gevelemek: Söylemek istediğini açık olarak bir türlü söyleyememek,
şundan bundan bahsetmek."Beni görünce şaşırdı, lafı ağzında gevelemeye
başladı." Lafı ağzında kalmak: Söyleyeceğini söylemeye zaman bulamamak,
konuşmasını bitirememek. Lafı (sözü) çevirmek: Konuşmasının sakıncalı bir
biçim aldığını fark edince söze başka bir yön vermek, başka konuya geçmek."Beni
görünce birden nasıl da sözü çevirdi." Lafını (sözünü) etmek: Bir şey
üzerinde konuşmak."Artık lafını etmeyin şu adamın!" Lafını (sözünü) bilmek:
Tutarlı ve mantıklı konuşmak, sakıncalı olmayan ve birini kırmayan sözler
söylemek, saygılı ve yerinde konuşmak."O daima lafını bilir bir insan
olmuştur." Laf işitmek: Birisi tarafından paylanmak, azarlanmak,"Çabuk ol,
senin yüzünden laf işiteceğiz öğretmenden." Laf olsun diye: Rastgele, belli
bir amaç gütmeden."Kızma canım, laf olsun diye söylemiştir o sözleri." Laf
(söz) taşımak: Aralarını açmak maksadıyla birinin bir kimse hakkında söylediği
hoş olmayan sözlerini o kimseye ulaştırmak, söz getirip götürmek."O laf taşıyıcı
adamdan uzak durmalısın." Laf (söz) yetiştirmek: Bir söze karşılık vermekte
gecikmemek, durmadan konuşmak. Laf (söz) yok: "Kusursuz, eksiksiz,
eleştirilecek bir yanı dahi yok" anlamında kullanılır."Arkadaşıma laf yok, o
mert mi mert biridir." Lâhavle çekmek: Sıkıntıyı, öfkeyi gidermek, sabır
telkin etmek için "Lâhavle" ile başlayan duayıokumak. "Lâhavle çekmeden başka
bir şey yapamadım." Lamı cimi yok: "Hiçbir bahane, itiraz, mazeret,
duraksama, karşı gelme yok" anlamında kullanılır."Lamı cimi yok, bu akşam bize
geleceksiniz, tamam mı?" Lastikli söz: Değişik mânâlara gelen söz. Leb
demeden leblebiyi anlamak: Daha sözün başında ne demek istediğini anlamak,
anlayışlı ve kavrayışlı olmak. Leke sürmek: Suç yüklemek, birinin onurunu
sarsacak biçimde iftirada bulunmak."Zorla kadıncağıza kara bir leke sürdüler,
Allah`tan hiç korkmadılar." Leşini çıkarmak: Çok feci dövmek."Beş kişiydiler,
adamın leşini çıkardılar." Leşini sermek: Öldürmek."Ben de onun leşini
sermezsem..." Leyleğin yuvadan attığı yavru: Yakınlarından ilgi görmeyen,
çevresinin uzaklaştırdığı kimse. Lokma ağzında büyümek: Herhangi bir
sebepten, acı ya da üzüntüden dolayı lokmasını yutamamak, yiyememek."Ağzında
lokmalar büyümeye başladı, gözleri dolu dolu oldu." Lokmasını saymak: Birinin
ne kadar yediğine bakmak, çok yiyeceğinden korkmak. Lök gibi oturmak: Bir
yere bütün ağırlığıyla çökmek, oturup kalmak."Sedire lök gibi oturunca gacur
gucur sesler duyuldu." Lügat paralamak: Anlaşılmaz, süslü, parlak, ağdalı,
konuşma dilinde geçmeyen kelimelerle konuşmak."Lügat paralamak hoşuna gitmeye
başlamıştı." Lüpe konmak: Değerli bir şeyi bedavadan, emek sarf etmeden ele
geçirmek.
-M-
Maaşa geçmek: Aylığa geçmek, çalıştığı yerden ücret almaya
başlamak."Maaşa geçtiği günün ertesinde onu işten çıkardılar." Madalyanın
ters (öteki) yüzü: Olumlu bir olay, iş ya da durumun düşünülmesi, hesaba
katılması gereken olumsuz yönü. Madik atmak: Hile, düzen ve oyunla aldatmak;
dolap çevirmek."Ona kolay kolay kimse madik atamaz." Mahalle karısı: Kaba,
terbiyesiz, görgüsüz, kavgacı kadın. Mahalleyi ayağa kaldırmak: Bağırıp
çağırarak, gürültü kopararak konu komşuyu rahatsız etmek,
telâşlandırmak."Bağırıp durma öyle, mahalleyi ayağa
kaldıracaksın." Mahkemelik olmak: Kavga veya anlaşmazlık sonucu mahkemeye
düşmek."Bu gidişle mahkemelik olacağız galiba." Mahşer midillisi: Kısa boylu,
fitneci kimse. Mahşer gibi: Çok kalabalık."Meydan mahşer
gibiydi." Makaraları koyvermek: Kendini tutamayıp kahkahayla gülmeye
başlamak, uzun uzun gülmek."Yüzükoyun çamura düşen arkadaşını görünce makaraları
koy verdi." Makas almak: Birinin yanağını orta parmakla gösterme parmağı
arasında sıkmak. Mal bulmuş mağribi gibi: Büyük bir zenginliğe kavuşmuşcasına
büyük sevinç ve coşku ile. Mal etmek: 1. Bir malı hakkı olmadığı hâlde
kendisininmiş gibi göstermek veya saymak. 2. Bir mala, bir değer karşılığında
sahip olmak."O tarlayı kendisine mal etmesine göz yummayacağım." Malın gözü:
1. Aşağılık ve düzenci kimse. 2. İffetsiz. 3. İyi mal. Mânâ çıkarmak: Yanlış
bir yargıya varmak, bir söz ya da hareketten kendine göre bir anlam
çıkarmak."Öyle alıngandı ki her sözümden bir mânâ çıkarıyordu." Mânâ vermek:
Kendine göre bir yargıya varmak, yorumlamak."Senin bu davranışına bir mânâ
veremiyorum." Maneviyatı bozulmak: Moral gücü sarsılmak, kendine güveni
yitirmek, kendini güçsüz ve dirençsiz hissetmek."Düşmanlar, toplumumuzun önce
maneviyatını bozdular." Mantar gibi yerden bitmek: Birdenbire ya da
kendiliğinden ortaya çıkmak."Adamlar mantar gibi yerden bitmişlerdi, bir anda
etrafımızı sarıverdiler." Maraza çıkarmak: Anlaşmazlığa yol açacak işler
yapmak, kavgaya yol açmak. Martaval atmak: İnanılmayacak şeyler uydurmak,
yalan söylemek."Amma da martaval atıyordu adam." Mart içeri pire dışarı:
Birbirinden hoşlanmayan iki kişiden biri gelince ötekinin dışarı çıkışını
anlatmak için kullanılır. Masal okumak: İnandırıcı olmayan, oyalayıcı ve
avutucu sözler söylemek."Bana masal okuma, olayın gerçek yüzünü
anlat." Maskara olmak: Gülünç hâllere düşmek, alay konusu olmak."Kim
düşmanının maskarası olmak ister?" Maskesi düşmek: Gerçek yüzü, kimliği,
niteliği ortaya çıkmak."Nihayet maskesi düştü, herkes onun ne mal olduğunu
anlayacak." Masrafa girmek: Çok para harcamak."Evi yaptılar ama çok da
masrafa girdiler." Masrafı çekmek: Bir iş için gereken parayı ödemek, gideri
karşılamak."Yarınki gezide bütün masrafları Ahmet çekecekmiş." Maşallahı var:
Bir şey ya da kimsenin iyi durumda olduğunu anlatmak için kullanılır."Adamın
maşallahı var, hiçbir yoksulu geri çevirmedi." Maşası olmak: Sakıncalı bir
işte, biri tarafından araç olarak kullanılmak."İşverense işveren, onun maşası
olamam ben!" Mat etmek: 1. Satranç oyununda yenmek. 2. Bir tartışmada, karşı
tarafı söz söyleyemeyecek duruma getirmek."İleri sürdüğü kanıtlar ile
karşısındakileri kısa zamanda mat etti." Matrak geçmek: Alay etmek,
karşısındakiyle eğlenmek, dalga geçmek."İnsanlarla matrak geçmeye
bayılıyorsun." Maval okumak: Tutarlı, inandırıcı olmayan, yalan sözler
söylemek."Kes sesini, maval okumandan bıktım artık!" Mayası bozuk:
Karaktersiz, kötü yaradılışlı, aşağılık (kişi)."Şu mayası bozuk adamın çenesini
kapayın, sesini duymak istemiyorum." Maymun iştahlı: Kararsız, hevesi çabuk
geçen; bugün şunu yarın ötekini beğenen."Maymun iştahlılığı yüzünden başına
olmadık işler geldi." Mekik dokumak: İki yer arasında durmadan gidip
gelmek."Mağaza ile ev arasında tam elli beş yıl mekik dokumuştu
rahmetli." Mendil açmak: Dilenmek. Merak etmek: 1. Kaygılanmak. 2.
Öğrenmek, anlamak isteği taşımak."Merak etmeye başladım, bu saate kadar
gelmeliydiler." Merhabası olmak: Birisiyle selâmlaşacak kadar tanışıklığı,
yakınlığı bulunmak. Merhabayı kesmek: Biriyle ilgiyi kesmek, arkadaşlığa son
vermek."Onunla merhabayı keseli epey zaman olmuştu." Mesele çıkarmak: Üzüntü
verecek, içinden zor çıkılacak, bir anlaşmazlığa sebep olacak bir durum
oluşturmak."Haydi, bir mesele çıkarmadan çekip gidin buradan." Mesken tutmak:
Yerleşmek."Yarim İstanbul`u mesken mi tuttun!" Meteliğe kurşun atmak: Parasız
pulsuz kalmak, hiç parası olmamak."Dün meteliğe kurşun atıyordu, ya
bugün..." Metelik vermemek: Değer vermemek, umursamamak, aldırış
etmemek."Onun gibilere metelik vermem mi diyorsun?" Mevki sahibi olmak:
Yüksek bir görevde, bir işte önemli bir aşamada bulunmak."Mevki sahibi olmak
için yıllarca çalışıp durdu." Meydana çıkmak: 1. Görünmek. 2. Belli olmak. 3.
Yetişmek, büyümek, olmak."Korkak herif meydana çık da yüzünü
görelim." Meydana gelmek: 1. Olmak, oluşmak, vücut bulmak. 2. Ortaya
çıkmak."Olay akşam üzeri meydana geldi diyorlar." Meydanı boş bulmak:
Kendisine mâni olacak kimse bulunmadığı için aşırı davranışlarda bulunmak, bir
şeyden çekinmemek."Meydanı boş bulan eşkıyalar ortalığı kasıp kavurmaya
başlamışlardı." Meydan okumak: Kavga ya da yarışmaya çağırmak, korkmadığını
ve çekinmediğini açıkça bildirmek."Bir an meydan okumayı içinden geçirdi, sonra
bundan vazgeçti." Meydan vermemek: Olumsuz bir olay ya da durumun
gerçekleşmesine imkân ve zaman vermemek, engel olmak."Onların kavga etmesine
sakın meydan vermeyin çocuklar." Mezhebi geniş: Namus konusunda gerekli olan
titizliği göstermeyen, kadın-erkek ilişkilerinde dini kaidelere aldırış etmeyen,
iffetsizliğe meydan veren, geniş davranan. Mezar kaçkını: Çok zayıf, bitkin,
güçsüz düşmüş kişi. Mırın kırın etmek: Bir isteği yerine getirmemek için
çeşitli bahaneler ileri sürüp nazlanmak."Mırın kırın etmeyi bırak da yak şu
sobayı." Mızıkçılık etmek: Bir oyunu ya da birlikte yapılan bir işi çeşitli
bahaneler ileri sürerek bozmaya çalışmak, razı olmamak. Mide bulandırmak: 1.
Kusacak bir duruma getirmek. 2. Kuşkulandırmak."Çekil çabuk karşımdan, midemi
bulandırıyorsun!" Midesi bulanmak: 1. Kusacak gibi olmak. 2. İğrenmek,
tiksinmek. 3. Kuşkulanmak."Yaptığınız iş, mide bulandırıcı bir işti!" Mideye
oturmak: Yenilen bir şeyin sindirim zorluğu vermesi. Mihenk (taşı): Birinin
değerini, ahlâkını anlamaya yarayan ölçüt. Mim koymak: 1. (Bir şey)
unutulmaması için işaret koymak. 2. Önemli bularak üstünde durmak, dikkate
almak, önemli şeyler arasında saymak."Bu ata sözüne bir mim koy, dedi
öğretmenim." Minnet etmek: Boyun eğmek, yalvarmak."Ona buna minnet etmeden
yaşamak istediğimi biliyorsun değil mi?" Moda olmak: Yaygın duruma gelmek,
gözde olmak, beğenilir ve arzu edilir olduğu için yapılır olmak."Saçları kısa
kestirmek bu yıl moda oldu." Modası geçmek: Yaygın olmaktan çıkmak, önemini
yitirmek."Bu elbisenin modası geçti artık." Mola vermek: Bir süre ara vermek;
uzun süren yolculuğun, çalışmanın, yürüyüşün yorucu etkisini atmak için bir süre
dinlenmek."Yarım saat sonra mola verecekler, onlara mola yerinde
yetişebiliriz." Muhallebi çocuğu: Nazlı, el bebek gül bebek büyütülmüş,
dayanıksız, narin kimse."Senin gibi muhallebi çocuklarıyla iş yapamam
ben." Mukabelede bulunmak: Karşılık vermek. Mumla aramak: Çok istek ve
özlemle aramak."O anneyi siz mumla arayacak ama bir daha
bulamayacaksınız." Mum (gibi) olmak: 1. Yaramazlığı, hırçınlığı, uyumsuzluğu
bırakıp yola gelmek. 2. Razı olmak."Askerde onun da mum gibi olacağına
eminim." Muradına ermek: Dileği gerçekleşmek, çok istediği şeye
kavuşmak."İnşallah muradına erersin kızım." Mümkün mertebe: Olabildiğince,
yapabildiği kadar."Zararınızı mümkün mertebe karşılama yoluna gideceğimizden
emin olun lütfen." Mürekkebi kurumadan: Bir şeyin yazılmasından çok kısa bir
süre sonra. Mürekkebi kurumadan bozmak: Bir kararı, sözleşmeyi, anlaşmayı
yazılmasından kısa bir süre sonra bozmak. Mürekkep yalamış: Az çok öğrenim
görmüş, okuyup yazmış, belli bir kültüre sahip olmuş kimse."Maval okumayı
bırakın, biz de mürekkep yalamışlardan sayılırız." Mürüvvetini görmek (anne,
baba için): 1. Özellikle evlâdının evlendiğini, çoluk çocuk sahibi olduğunu
görmek. 2. Çocuklarının sevinçli günlerini görerek mutluluk duymak."Acaba
çocuklarımın mürüvvetini görecek miyim?" Müslüman adam: Hak yemeyen,
doğruluktan ayrılmayan, İslâm`ın emirlerine uyan kimse."Müslüman adam, başı
daima dik olan adamdır."
-N-
Na (nah) kafa: "Akılsız, düşüncesiz, kavrayışsız" anlamında
alay yollu söylenir."Anlaması mümkün değil, na kafa!" Nabza göre şerbet
vermek: Birinin hoşuna gidecek, eğilimlerine cevap verecek biçimde
davranmak."Nabza göre şerbet vermeyi iyi biliyorsun." Nabzını yoklamak:
Eğilimini, niyetini, düşüncelerini, arzularını anlamaya çalışmak."İşçilerin
nabzını yoklayın da zam konusunu öyle düşünelim." Nalıncı keseri gibi kendine
yontmak: Hemen her işte kendi çıkarını düşünerek hareket etmek. Nam almak:
Tanınmak, ünü her yerde duyulmak. Namus belâsı: Namusunu, şerefini, itibarını
korumak için katlanılan sıkıntılı durum, kabullenilen zarar ziyan."Namus
belâsına az kaldı canından oluyordu delikanlı." Nane molla: 1. Dirençsiz,
güçsüz kimse. 2. Çok sık hastalanan, sağlıksız kimse. 3. Üşengeç, bir iş
yapmaktan kaçınan."Ne nane molla bir adamsın, kalk da biraz çalış." Nara
atmak: Yüksek bir sesle haykırmak, kabadayıca bağırmak."Birahaneden çıkan
sarhoşlar edepsizce nara atmaya başladılar." Nato kafa nato mermer: "Söz
anlamaz, söz dinlemez taş gibi kafa" anlamında kullanılır. Naza çekmek:
Kendini ağır satmak, bir isteği yerine getirmekte yapmacıklı davranışlarla
isteksiz gibi davranmak."Kendini naza çekmeye bayılır bizim kız." Nazı
geçmek: İstediklerini yaptıracak kadar hatırı sayılır olmak."Babası, kasabada
oldukça nazı geçen bir insandı." Ne akar ne kokar: Kimseye ne faydası ne de
zararı dokunan pısırık, çekingen kimseler için kullanılır. Ne çare: Çaresi
yok, elden bir şey gelmez."Ne çare ki onu durdurmamız mümkün değil." Ne
çıkar: 1. Ne zararı var? 2. Bir sonuç vermez. 3. Ne fayda, ne zarar
umulur."Biraz sert konuşmuşsam, ne çıkar bundan?" Neden sonra: Bir süre
geçince, her şey olup bittikten sonra, çok zaman sonra."Neden sonra babam da
geldi." Ne de olsa: Ne denli eksiği, kusuru olursa olsun; böyle olmakla
birlikte. Ne dese beğenirsin?: "Nasıl, beklenmeyen bir söz söyledi biliyor
musun?" anlamında kullanılır. Ne fayda: Artık neye yarar. Nefes
aldırmamak: Dinlenmesine fırsat vermemek, sıkıştırmak, rahat bırakmamak."Nefes
aldırmadı bize, sabaha kadar çalıştırdı." Nefesi kesilmek (tıkanmak): Güç
soluk alacak duruma gelmek veya soluğu büsbütün durmak."Bir yumrukta nefesini
kesti adamın." Nefes nefese gelmek: Koşarak, sık sık soluyarak, heyecanlı ve
yorulmuş bir şekilde (gelmek)."Kapıdan içeri nefes nefese girdi." Nefes
tüketmek: Bir şeyi anlatmaktan çok yorulmak."Boşuna nefes tüketiyorsun, baksana
anlamıyor." Nefsine yedirememek: Kendine yakıştıramamak, o şeyi yapmayı
kendisi için onur kırıcı, ağır bulmak."İki yüzlülüğü bir türlü nefsine
yediremiyordu." Nefsini körletmek: Birtakım yollarla iştah duygusunu
dindirmek."Nefsini körletmeden iyi bir kul olamazsın." Ne güne duruyor?:
"Şimdi yapmazsa, ne zaman yapacak" anlamında kullanılır."Gitsin istesin kızı,
daha ne güne duruyor?" Nefsini yenmek: Arzularının, ihtiraslarının önüne
geçebilmek. Ne günlere kaldık!: "Eskiden daha iyiydi, zaman değişti, düzen ve
usuller başkalaştı, çok kötü günler geçiriyoruz" anlamında kullanılır. Ne
hâli varsa görsün!: Uyarılara, öğütlere kulak asmayan insanlar için "ne yaparsa
yapsın, beni ilgilendirmiyor" anlamında kullanılır. Ne idiği belirsiz: Ne
olduğu, niteliği, soyu sopu, nereli olduğu bilinmeyen."Ne idiği belirsiz bir
yığın insan hükümette yer almış." Ne mal olduğunu anlamak: Asıl niteliğini,
işe yaramaz oluşunu, kötü niyet beslediğini anlamak."Onun ne mal olduğunu şimdi
anlarız." Ne mene: Ne türlü, nasıl, ne çeşit? Ne od var ne ocak: Aşırı
yoksulluğu, geçim darlığını anlatmak için kullanılır. Ne oldum delisi olmak:
Beklemediği bir duruma yükselip şımarmak, ölçüsüz hareketler yapmak."Dikkat et,
ne oldum delisi olan insanlar gibi olma." Ne olur: "Yalvarırım, rica ederim,
lütfen" anlamında kullanılır."Ne olur beni de götürün köye!" Ne olur ne
olmaz: Her ihtimale karşı, ne olacağı belli değil."Şemsiyeni al, ne olur ne
olmaz, yağmura yakalanabilirsin." Ne pahasına olursa olsun: Her türlü sıkıntı
ve tehlikeyi göze alarak, ne kadar büyük fedakârlık isterse istesin."Ne pahasına
olursa olsun ben bu işi bitireceğim." Nerede akşam orada sabah: "Gece
kalacağı bir yeri yok, neresi rast gelirse orada kalıp yatar" anlamında
kullanılır. Nereden nereye: 1. Uzak, dolaylı bir ilişki ile. 2. Şaşılacak
şey, olacak gibi değil!"Nereden nereye, kim derdi ki biz karşılaşacağız!" Ne
şiş yansın ne kebap: "İki taraf da korunsun, gücendirilmesin, ikisinin de zarar
görmeyeceği bir yol bulunsun" anlamında kullanılır. Ne tadı var ne tuzu: Hoşa
gidecek, zevk alınacak, beğenilecek bir şey değil."Ne tadı var ne tuzu yaptığım
işin." Nevri dönmek: Çok öfkelenmek, sinirlenip kızmak ve bu sebeple rengi
değişmek."Saygısızca konuşmaya başlayınca nevri döndü, öfkeyle elini
kaldırdı." Ne yardan geçer ne serden: İstediği şey fedakârlığı gerektirdiği
hâlde, fedakârlığa yanaşmayan ama istediğinden de vazgeçmeyen kimseler için
kullanılır. Ne yer ne yedirir: Kimsenin yararlanmasını istemez, kendi de
yararlanmaz. Neye uğradığını bilememek: Beklenmedik bir durumla karşılaşıp
hiçbir şey yapamamak, şaşırıp kalmak."Ocak birden alev alınca neye uğradığını
bilemedi." Niyet etmek: Bir şeyi yapmayı zihninde tasarlamak, düşünmek."Ona
hediye almaya niyet etmişti." Niyeti bozuk: Kötü bir davranışta bulunması
beklenen, kötülük düşündüğü sezilen."Niyeti bozuk bunların, sakın
ilişmeyin." Noktası noktasına: Tastamam, eksiksiz, tamamen, birbiriyle
tıpatıp aynı."Noktası noktasına hatırlıyorum o kavgayı." Not düşmek: Yazılı
metnin bulunduğu sayfanın bir köşesine, konuyla ilgili birkaç cümle
yazmak. Notunu vermek: Kıymetini tespit etmek, ne nitelikte bir kişi olduğu
konusunda kanıya varmak."Hâlâ notunu veremedin mi o adamın?" Nuh der
peygamber demez: Son derece inatçıdır, düşüncelerini bir türlü değiştirmez,
söylediklerinde ve inançlarında direnir. Nuh Nebi`den kalma: Çok eski modası
geçmiş, köhnemiş (eşya, bina)."Nuh Nebi`den kalma bir koltukta
oturuyordu." Numara yapmak: Bir hareketi yalandan yapmak, bir şeyi gerçekmiş
gibi söyleyerek karşısındakini aldatmak."Ona öyle bir numara yapacağım ki
şaşkına dönecek." Nur topu: Gürbüz, sağlıklı, çok güzel ve temiz çocuklar
için söylenir. Nutku tutulmak: Korkudan, üzüntüden, heyecandan konuşamaz
olmak."Katili karşısında görünce nutku
tutuldu." |