H
Ha Hoca Ali, ha Ali Hoca: Farklı gibi
gösterilen iki şeyin, gerçekte hiçbir değişikliği yoktur, "ikisi de birdir"
anlamında kullanılır.
Ha babam (ha): 1. Devamlı olarak,
hiç durmadan. 2. Karşısındakinin çabasını, gayretini artırmak için
kullanılır."Ha babam ha, az kaldı, bitireceğiz işi."
Habbeyi
kubbe yapmak: Önemsiz, küçük bir şeyi büyütüp mesele çıkarmak."Söyle
ona, habbeyi kubbe yapıp durmasın, ne olmuş çocuk biraz geç kalmış
da!"
Haber uçurmak: Çabucak, gizlice haber
göndermek."Hemen haber uçurun köye, kaymakam bu gece misafir
olacakmış!"
Ha bire: Durmadan, arka arkaya, sürekli
olarak, ara vermeden."Tarlada bir adam ha bire
çalışıyordu."
Hacet kalmamak: Gereği olmamak, lüzumu
kalmamak."Seni çağırmaya hacet kalmadı."
Hacı ağa:
Özellikle büyük kentlerde gereksiz yere çok para harcayan, taşralı bilgisiz
zengin."Ne bu israf! Hacı ağa mısın sen?"
Haddine mi
düşmüş!: "Onun bunu yapmaya yetkisi yoktur; böyle bir işe nasıl, hangi
yetenekle girişir? Bu işi yapması imkânsızdır" anlamında kullanılır."Haddine mi
düşmüş ki ona söz söyleyebilsin."
Haddini bildirmek:
Yetkisi dışındaki işlere karıştığı için sert bir karşılık vererek onu
cezalandırmak, yola getirmek, uslandırmak, yetki sınırını bildirmek."Haddini
bildirin şu serseme de bir daha onun bunun malına el
uzatmasın."
Haddini bilmek: Kendi değer ve yeteneğini
bilmek, üstün görmemek, kendi yapabileceği şeylerin ötesine geçmemek."Merak etme
sen, o haddini bilen bir çocuktur."
Haddi zatında:
Aslında."Haddi zatında sen ona hakkını vermemiştin ki!"
Hafife
almak: Küçümsemek, önem vermemek,"Beni hafife alıyorlar ama
yanılıyorlar."
Hak getire: "Yoktur, bulunmaz, Allah
vermemiştir" anlamında kullanılır."Öyle bir diyardayız ki su ve yiyecek Hak
getire."
Hak kazanmak: Davasında haklı olduğu meydan
çıkmak, emeğinin karşılığını alabilecek duruma gelmek."Emekliliğe yedi yıl sonra
hak kazanacağım."
Hakkı geçmek: 1. Birisinin payından
bir başkası almış olmak. 2. Bir şeyde veya bir kimsede emeği bulunmak."Komşumun
çok hakkı geçmiştir bana, onunla mutlaka
helâlleşmeliyim."
Hakkından gelmek: 1. Güç bir işi
başarı ile sonuçlandırmak. 2. Öç almak, yenmek veya cezasını vermek."Siz onu
bana bırakın, hakkından gelmesini bilirim."
Hakkını helâl
etmek: Geçen hakkını, emeğini bağışlamak."Annem inşallah hakkını helâl
eder bana."
Hakkını vermek: 1. Bir şeyin lâyıkıyla
yapılması için ne gerekiyorsa ondan kaçınmamak. 2. Birinin çalışmasını gereğince
değerlendirmek, hakkı olan şeyi vermek."Çalıştırdığın kişinin hakkını vermek
zorundasın."
Hakkını yemek: Birinin hakkı olan şeyi
vermemek, onu kendisine maletmek."Dürüst ol, milletin hakkını yeme, yoksa
boğazında kalır." Hakk-ı sükût (sus payı): Bir konu üzerinde
konuşmaması, bildiği şeyi söylememesi karşılığında bir kimseye sağlanan
yarar. Hak yolu: Cenab-ı Allah`ın insanlara kitapları ve peygamberleri ile
bildirdiği, dünya hayatında tutmaları gereken yol, yaşama düzeni, doğru ve haklı
yol.
Hâlden anlamak: Bir kimsenin içinde bulunduğu zor
durumu kavrayarak, anlayıp sezerek hoşgörülü olmak, anlayış göstermek."Dedem
hâlden anlayan birisidir, bize iyi davranacağına eminim."
Hâle
yola koymak: Düzenlemek, tertiplemek, iyi işler bir duruma
getirmek."Hele şu işleri bir hâle yola koyalım, o zaman tatilini de
düşünürüz."
Hâli vakti yerinde: Zengin, oldukça
varlıklı, para durumu iyi."Hasan efendiler mi? Hâli vakti yerinde insanlardır
onlar."
Halis muhlis: Saf, katışıksız, temiz, eksiksiz,
içinde yabancı madde bulunmayan."Halis muhlis bir zeytin yağı satarız
biz."
Halka verir talkını kendi yutar salkımı: Kendi
verdiği öğütlere kendisi uymaz.
Hallaç pamuğu gibi atmak:
Bir arada, toplu bulunan şeyleri ya da kimseleri dağıtmak, parçalamak;
bu yolla sağa sola, her birini bir yana atmak."Sizin takımı hallaç pamuğu gibi
atacağız sahadan."
Halt etmek: Yakışıksız davranmak,
uygunsuz bir söz söylemek veya kötü bir şey yapmak."Halt etmişsin, bir de
utanmadan anlatıyorsun."
Ham ervah: Çiğ adam; yersiz ve
yakışıksız sözleri, davranışları olan kaba kimse.
Hangi dağda
kurt öldü?: Kendisinden hiç umulmayan, beklenilmeyen bir kimsenin
olumlu davranışı görüldüğünde; "Nasıl oldu da böyle güzel bir iş, bir iyilik
yaptı?" anlamında söylenir.
Hangi rüzgâr attı?: "Nasıl
oldu da gelebildin? Hiç görünmüyordun, sen de gelir miydin?" anlamında, uzun
süre bir yerde görünmeyen kimse için kullanılır.
Hangi taşı
kaldırsan altından çıkar: 1. Hemen her işte parmağı vardır. 2. Her
işten anlar, her işe karışır ya da her işten anladığı izlenimi
verir.
Hanım evlâdı: Nazlı büyütülmüş, zora gelmeyen,
çıtkırıldım kimse."Amma hanım evlâdıymışsın, çekil şuradan ben yaparım." Hapı
yutmak: Kötü bir duruma düşmek, zarar ve ziyana uğramak."Hapı yuttuk
desene!"
Haram olmak: Bir şeyden gerektiği gibi
yararlanamaz olmak."Senin yüzünü görmek bana haram oldu."
Haram
para: Dinî bakımdan yasaklanmış yollardan elde edilen para."Haram
parayla ekmek alınmaz."
Haram yemek: Dinî inançlara
aykırı olarak kazanç sağlamak, haksız olarak bir şeye el atmak."İnsan ol, haram
yemek insana kâr getirmez."
Harfi harfine: Tastamam,
uygun, tıpatıp, gerçekte olduğu gibi."Söylediklerimi harfi harfine yerine
getirdin mi?"
Har vurup harman savurmak: Hesapsızca,
düşüncesizce harcamak; malını, parasını ölçüsüzce, bol bol harcayıp
tüketmek.
Hasret çekmek: Özlem duymak, epeydir ayrı
kaldığı yere ya da kimseye kavuşma isteği içinde olmak."Yıllardır yurdumun
hasretini çekiyorum."
Hasret gitmek: Özlediği, sevdiği
bir yere ya da kimseye kavuşamadan ölmek.
Hasret kalmak:
Özlemini duyduğu şeye uzun zaman kavuşamamak."Hasret kaldım deresine,
tepesine..."
Hastası olmak: Bir şeye çok düşkün
olmak."Bizim oğlan köpek hastası, hiç kapıdan eksik
etmiyor."
Haşir neşir olmak: Aralarında bulunduğu
kimselerle kaynaşmak, bir arada bulunup uğraşmak; kimi işlerle ilgilenip
durmak."İnsanlarla haşir neşir olmayı sevdiğim söylenemez."
Hatır
belâsı: Sayılan ve sevilen kimse için katlanılan sıkıntı."İnan bu işi
hatır belâsına yapıyorum."
Hatır gönül tanımamak
(bilmemek): 1. İsterse en sevdiği ve saydığı olsun, gücenmesini göze
alarak doğru bildiğini yapmak. 2. Kırıcı davranışlarda
bulunmak.
Hatırı kalmak: Gücenmek, kırılmak."Eğlenceye
onu da çağıralım ki hatırı kalmasın."
Hatırından
çıkmamak: Sevdiği, saygı duyduğu birinin istediği bir şeyi yapmayı
reddedememek, gönlünü kırmaktan çekinmek. Hatırı sayılır: 1. Önemli, saygı
değer, saygın (kimse). 2. Oldukça çok."Babam, hatırı sayılır bir
kimsedir."
Hava almak: 1. Temiz havalı bir yere çıkarak
dolaşmak, dinlenmek, ciğerlere temiz hava çekmek. 2. Eline bir şey geçmemek,
umduğunu bulamamak. 3. İçine hava girmek."Haydi, kıra çıkıp da biraz hava
alalım."
Hava basmak: 1. Büyüklenmek, kibirlenmek,
olduğundan fazla görünmeye çalışmak. 2. Bir şeyin içine hava doldurmak."Amma da
hava basıyorsun, onları korkutacağını mı sandın.?"
Havada kalmak:
1. Yüksek bir yerde durmak. 2. Sonuca bağlanamamak. 3. Bir iddia,
dayanaksız olduğundan ispat edilememek."Yaptığımız bütün iş havada
kaldı."
Havadan sudan konuşmak: Öylesine, gelişigüzel,
rastgele konuşmak.
Hava hoş: Şu ya da bu şekilde olması
arasında bir fark olmamak.
Havanda su dövmek: Bir işle
boşuna uğraşmak."Senin yaptığına havanda su dövmek derler,bırak artık şu işle
uğraşmayı."
Hava parası: Bir yeri tutmak, kiralamak ya
da bir şeyi elde etmek için değeri dışında açıktan verilen para."Yeri bize
verecekler ama bir milyon lira hava parası istiyorlar."
Havsalası
almamak: Aklı kabul etmemek."Nasıl yaparsın bana bunu, hâlâ havsalam
almıyor."
Hayal kırıklığı: Gerçekleşmesi istenilen veya
umulan bir şeyin gerçekleşmemesinden duyulan üzüntü, düş
kırıklığı.
Hayal meyal: Belli belirsiz, açık seçik belli
olmayan, bulanık (bir şekilde hatırlanan)."O olayı hayal meyal
hatırlıyorum."
Hayatını kazanmak: Çalışıp elde ettiği
para ile geçimini sağlamak."Ben iyi ya da kötü hayatımı kazanıyorum, sen kendi
işine bak." Hayatını yaşamak: Canının istediği gibi hayatını
sürdürmek."Bana karışmaya hakkınız yok, bırakın beni, artık hayatımı yaşamak
istiyorum." Hayat memat meselesi: Sonucu çok tehlikeli olan,
ölüm kokan bir durum."Artık burada kalamam, iş hayat memat meselesine
döndü." Hayat pahalılığı: Yiyecek, içecek ve giyecek gibi
geçim için gerekli olan maddelerin pahalı olması."Hayat pahalılığından herkes
şikâyetçi olmaya başladı."
Hayırdır inşallah!: 1.
Anlatılan bir rüyayı iyiye yormak için söylenir. 2. Şaşma, heyecan ve merak
uyandıran durumlar karşısında söylenir. Hayır işlemek: Dine
ve insanlığa uygun, iyi davranışlarda bulunmak."Hayır işle ki öbür dünyada
kurtuluşa eresin."
Hayır kalmamak: İşe yarar,
beğenilecek bir yanı ve tarafı kalmamak."Bu arabalarda hayır kalmamış,
yenilerini almamız gerekecek." Hayır sahibi: İyiliksever,
yardımsever kimse."Şu yoksullara uzanacak bir hayır sahibi kalmadı mı
acaba?"
Hayra yormak: Bir rüya ya da olayı iyi ve
yararlı bir durumun işareti görmek.
Hazıra konmak:
Hiçbir emek sarf etmeden, çaba göstermeden başkasının emeği ile ortaya çıkmış
olan şeyden yararlanmak."Hazıra konarak yaşamayı kural edinmiş bu
adam."
Hazır bulunmak: 1. Bir yerde kendisi bulunmak,
var olmak. 2. Bir yere hemen gidecek, bir şeyi anında yapacak durumda
olmak."Yarınki toplantıda sen de hazır bulunmalısın."
Hazırdan
yemek: Yenisini kazanmadan elindekini harcamak."Hemen her gün bir
bahane buluyor, çalışmıyor ve hazırdan yiyiyordu." Helâl süt emmiş
olmak: İyi huylu, doğru yoldan sapmayan, temiz bir kişi."İnanmıyorum
onun yaptığına, o helâl süt emmiş birisidir." Helâl olsun (Helâl ü
hoş olsun): 1. Bunu sana gönül hoşluğu ile veriyorum, hiç pişman
değilim, Allah bunu sana bağışladığıma şahit olsun. 2. "Aferin, takdire değer iş
yapıyorsun" anlamında kullanılır.
Hele şükür!: Allah`a
hamdolsun, beklediğimiz sonuç gerçekleşti.
Hem kel hem
fodul: "Bu kadar kusuruna, bu yeteneksizliğine rağmen bir de övünüyor,
üstünlük taslıyor" anlamında kullanılır.
Hem nalına hem mıhına
(vurmak): Birbirine zıt olan iki yanı da desteklemek."Ben hem nalına
hem de mıhına vuran adamlardan korkarım." Hem suçlu hem güçlü:
Gerçekte kendisi suçlu olduğu hâlde suç işlememiş gibi davranan ve
karşısındakini suçlamaya çalışan kimse. Hem ziyaret hem
ticaret: Bir yeri veya kimseyi ziyarete giden kimsenin, bu görüşmeden
yararlanarak başka bir işi de yapması durumunu anlatmak için
kullanılır.
Her kafadan bir ses (çıkmak): Bir konu
üzerinde herkesin istediği gibi, rastgele konuşması ve bu konuşmalardan bir
sonuç alınamaması."Ortalık kızıştı, her kafadan bir ses çıkmaya başladı, kimin
ne dediği anlaşılmaz oldu."
Her telden çalmak: Pek çok
konuda bilgi sahibi olmak, içinde bulunduğu ortamın şartlarına göre her çeşit iş
yapabilir olmak.
Hesaba çekmek: Bir kişiyi, bir makamı
yaptığı işler üzerine açıklama ve savunma yapmaya çağırmak."Sakın oraya gitme,
seni hesaba çekecekler."
Hesaba dökmek: Bir konu ile
ilgili işlemlerin hesabını kâğıt üzerinde yapmak.
Hesaba katmak
(almak): Bir işi yaparken ya da yürütürken bir başka şeyi de göz önünde
bulundurmak."Hasan`ı da hesaba katalım, az zorluk çıkarmayacaktır
bize."
Hesaba (kitaba) gelmez: 1. Beklenmedik,
umulmadık. 2. Sayılmayacak kadar çok, pek fazla, sayısız.
Hesabı
kesmek: Alış verişi ya da ilgiyi kesmek."Dükkân sahibi, uzun zamandır
borcunu ödemeyen müşterisinin hesabını kesti."
Hesabını bilmek:
Boş yere para harcamamak, tutumlu davranmak."Her ev kadını hesabını
bilmek zorundadır."
Hesabını görmek: 1. Alacağını ödeyip
ilişkisini kesmek. 2. Cezalandırmak, vücudunu ortadan kaldırmak ya da
öldürmek."Çabuk şu adamın hesabını görün!"
Hesap açmak:
1. Hesap defterinde, bir kişiye alış veriş için alacağını borcunu kaydetmek
üzere bir yer ayırmak. 2. Bankada, gereğinde çekilmek üzere yatırılan para için
işlem yapmak. 3. Birine kredi açmak, birine borçlanma imkânı
tanımak.
Hesap etmek: 1. Kazançla gideri karşılaştırıp
bir sonuca ulaşmak. 2. Düşünmek, tasarlamak, ayrıntıları gözden geçirip
ihtimalleri değerlendirmek."Hesap etmeden sakın işe
girişmeyin!"
Hesap görmek: Taraflarca alacakla vereceği
karşılaştırıp ödeşmek."Çok uzadı, hesap görmek için ne zaman bir araya
geleceğiz?"
Hesap kitap: Düşünüp taşındıktan sonra,
hesap sonunda."Hesap kitap, baktım işler kötüye gidiyor; hemen sizi
çağırdım."
Hesapsız kitapsız: 1. Sorumsuz, ölçüsüz,
tutumsuz. 2. Deftere geçirilmeden, herhangi bir belgeye dayanmadan."Ne hesapsız
kitapsız işlerin içine girmişiz de haberimiz yokmuş."
Hesap
sormak: Bir kimseyi kanunsuz, kural dışı, ahlâka aykırı, usulsüz
davranış ve sözlerinden ötürü sorgulamak, o kişiden savunma istemek."Size hesap
sormak için mutlaka geri döneceğim."
Hesaptan düşmek:
Borçtan, alacaktan, hesaptan çıkarıp yok saymak."Elli bin lirayı
hesaptan düşmeyi unutmadın inşallah."
Hesap tutmak: Alış
verişle ilgili alacağı ve vereceği bir kâğıda ya da deftere
yazmak.
Hesap vermek: 1. Herhangi bir davranışının ya da
sözünün sebebini açıklamak 2. Bir işin sorumluluğunu üstlenmek."Rahat olun, bu
konuda hesap vermek bana düşer."
Hevesi kursağında kalmak:
Çok istediği, imrendiği, kavuşmak dilediği şeyi elde edememek."Pikniğe
gitmek istiyorduk, yağmur yağınca hevesimiz kursağımızda
kaldı."
Hevesini almak: İmrendiği, çok istediği şeye
kavuşup ona doymak.
Heyheyleri tutmak (üstünde): Çok
kızıp sinirlenmek.
Hık mık etmek: Bir işi yapmamak için
bahaneler ileri sürmeye çalışmak, bir soruyu cevaplandırırken net şeyler
söylememek."Hık mık edip durma, bu işi eninde sonunda
yapacaksın!"
Hık demiş burnundan düşmüş: "Her durumuyla
ona çok benziyor" anlamında kullanılır.
Hır çıkarmak:
Kavga, gürültü, patırtı ve olaya sebep olmak."Orada hır çıkarmaya
kalkışmayacaksın değil mi?"
Hızır gibi yetişmek: Dara
düştüğü, çok sıkıştığı, çaresiz kaldığı bir zaman da, beklemediği bir kişi
yardımına yetişmek.
Hiçe saymak: Hiç önem ve değer
vermemek.
Hiç yoktan: Sebepsiz, ortada hiçbir neden
yokken."Hiç yoktan adamı dövemezsiniz ya!"
Hizaya gelmek:
1. Düz çizgi durumunda dizilmek. 2. Aykırı, yanlış davranışlardan
vazgeçmek; doğru yola gelmek, düzelmek.
Hodri meydan:
"Kendine güvenen ortaya çıksın" anlamında kullanılır.
Hop oturup
hop kalkmak: Ya heyecanından ya da öfkesinden yerinde duramaz
olmak.
Hora tepmek: 1. Ayaklarını yere vurarak oynamak.
2. Gürültü çıkarmak."Yandaki sınıfta hora tepiyor, ortalığı birbirine katıyorduk
ki..."
Hor görmek (veya bakmak): Önem vermemek, değersiz
saymak, adam yerine koymamak, küçümsemek."Beni, yoksul diye hep hor
gördüler."
Hor kullanmak: Özen göstermeden, kabaca,
dikkat etmeyerek, hırpalayarak kullanmak."Çok hor kullanmışsınız bu
dolabı."
Hoş beş etmek: Şundan bundan konuşarak sohbet
etmek."O iki ihtiyar kadın hoş beş etmek için yaratılmışlar
sanki."
Hurdası çıkmak: İşe yaramayacak,
kullanılamayacak hâle gelmek.
Huyuna suyuna gitmek:
İsteklerine, alışkanlıklarına, yapısına göre onu kızdırıp ürkütmeyecek
davranışlarda bulunmak.
Huyunu suyunu almak: Onun
özelliklerini, davranışlarını ve karakterini yapısına
geçirmek.
Huzur vermek: Gönül rahatlığı, iç dirliği
vermek; dinlendirmek.
Huzurunu kaçırmak: Huzurunu
bozmak, tedirgin ve rahatsız etmek.
Hüküm giymek:
Mahkemece ya da birileri tarafından kendisine ceza
verilmek.
Hüküm sürmek: 1. İş başında olmak. 2. Yaygın
olmak. 3. Bir şeyin güçlü varlığı sürüp gitmek."Beşinci Kral beş yıl hüküm
sürdü." Hükümet kapısı: Devlet dairesi."Hükümet kapıları
halka açık kılınmalıdır."
Hür düşünüş: İstediğini,
düşündüğünü baskı altında kalmadan söyleme.
Hüsn-ü
kuruntu: İhtimalî bulunmadığı hâlde güzel bir şeyin olacağını sanma,
hayal etme, buna kendini inandırma.
Hüd dağı gibi şişmek:
Bir hastalık sebebi ile bir tarafı, özellikle de karın tarafı şişmek.
|