E-F
Ecel aman verirse: Ölmezsem, ömür
yeterse."Ecel aman verirse torunumu da görürüm."
Ecel teri dökmek: Çok korkmak, heyecan içinde
bulunup terlemek, korku ve bunalım içinde olmak."Köprüden geçerken ecel terleri
döktüler."
Eceli gelmek: Ölmek, sonu gelmek, yok oluş
vakti gelmek."Herkesin eceli gelecek ve bu dünyadan göçecek."
Eceline susamak: Ölümüne yol açacak kadar tehlikeli işlere
girişmek."Bırak o silâhı elinden, eceline mi susadın sen?"
Eciş bücüş: Çarpuk çurpuk, eğri büğrü, düzgün yanı olmayan,
çirkin bir biçim almış bulunan."Eciş bücüş bir yazıyla karşılaşınca
şaşırdı."
Edebiyat yapmak: Bir işe yaramayan, konuyu açıklamaya yetmeyen,
gerçeği yansıtmayan süslü, parlak ve gereksiz sözler söylemek."Edebiyat yapmaya
amma da meraklı bir insanmış."
Efkâr dağıtmak: Sıkıntıyı gidermek, üzüntüyü yok etmeye
çalışmak."Sahile efkâr dağıtmak için inmiş olmalı."
Eğri (gözle) bakmak: Kötü düşünce besleyerek bakmak."O, hiç
kimseye eğri gözle bakmazdı."
Ekmeğinden etmek: İşinden çıkarmak veya atmak."Adamı durup
dururken ekmeğinden ettiler."
Ekmeğine yağ sürmek: Birinin yararına göre eylemde bulunmak,
istemese de birinin işine yarayacak biçimde hareket etmek."O işi bana vermemekle
yabancıların ekmeğine yağ sürdün sen."
Ekmeğini kazanmak: Geçimini temin edecek, ihtiyaçlarını
karşılayacak parayı kazanmak."Kaygılanma, ekmeğini kazanmasını bilir o."
Ekmeğini taştan çıkarmak: En zor işleri bile yapıp geçimini
sağlayacak beceriklikte olmak, her türlü işi yapmak."Ekmeğini taştan çıkaran
insanların arasına katılmakta gecikmedi."
Ekmek elden su gölden: Kendisi kazanmayıp başkalarının kazancı
ile geçinen kimselerin durumunu anlatmak için kullanılır.
Ekmek kapısı: Çalışıp para kazanılan, geçim sağlayan iş yeri."O
dükkân benim ekmek kapım, asla satmam, satamam onu!"
Ekmek parası: Kazanç, geçinmek için kazanılan para."Ekmek
parası kolay kolay kazanılmıyor."
Eksik gedik: Ufak tefek ihtiyaçlar."İkramiye ile eksiği gediği
kapadılar."
Ekşi yüz: Somurtkan, asık yüz."Onun ekşi yüz göstermeye hakkı
yoktu."
El açmak: 1. Dilenmek. 2. Başkasının yardımını almak için
yalvarmak."İhtiyarlayıp da el açacağı hiç aklına gelmemişti."
El altından: Kimsenin haberi olmadan, gizlice."Parayı el
altından verdi."
El atmak: 1. Bir işe girişmek. 2. Birisinin işine
karışmak."Üstüne vazife olmayan işe el atma sakın!.."
El ayak çekilmek: Ortalıkta kimse kalmamak, ıssızlaşıp
sessizleşmek."Bu iş ancak el ayak çekildikten sonra yapılır."
El basmak: Yemin etmek, kutsal bir şey üzerine el koyarak ant
içmek."Kur`ân`a el basarım ki bu işi ben yapmadım."
El çabukluğu: 1. Bir işi çok çabuk yapabilme ustalığı. 2.
Hilesini kimseye sezdirmeyecek biçimde yapabilme."Adamın cebinden el çabukluğu
ile cüzdanı çekiverdi."
Elde avuçta bir şey kalmamak: Parasını, malını, tüm varlığını
harcayıp bitirmiş olmak."Elde avuçta bir şey kalmayınca ne yapacağını
şaşırdı."
Elde etmek: 1. Bir şeye sahip olmak. 2. Bir kimseyi kendi
yanına çekmek."Onun gibi dürüstleri elde edemezsin, boşuna uğraşma."
Elde kalmak: 1. Bir malın satılmayıp geride kalan kısmı. 2.
Harcanandan arta kalmış olmak."Şu kasadaki üzümler elde kaldı."
Elden ayaktan düşmek (veya kesilmek): Yaşlılık, hastalık
sebebiyle iş yapamaz, yürüyemez, kendi işini göremez duruma gelmek."Allah
kimseyi elden ayaktan düşürmesin."
Elden çıkmak: Malı olmaktan çıkmak."O arsa elden çıktığı için
üzüldüm."
Elden düşme: Az kullanılmış."Elden düşme bir araba aldı."
Elden ele dolaşmak: Pek çok kişi tarafından kullanılmak, bir
çok sahip eline geçmek."Elden ele dolaşan atı nihayet geri almayı başardı."
Elden geçirmek: Eksiklikleri düzeltmek, onarmak; denetlemek
için pek çok şeyi ele alıp yoklamak, gözden geçirmek."Yaptığın işi bir daha
elden geçir."
Elden gitmek: Bir şeyi yitirmek, ondan yoksun kalmak."Bütün mal
mülk bir hiç uğruna elden gitti."
Ele almak: 1. Bir şey üzerinde çalışmaya başlamış olmak. 2.
İncelemek, araştırmak veya tenkit etmek."Konuyu yeni baştan bir daha ele
alalım."
Ele avuca sığmamak: 1. Şımarık davranmak. 2. Söz dinlememek,
kural tanımamak, zapt edilememek."Sen ne ele avuca sığmaz bir çocukmuşsun
meğer."
Ele geçirmek: Sahip olmak, kaçan bir kimseyi yakalamak."Şu
toprak parçasını da ele geçirdik mi işimiz tamam demektir."
El elde baş başta: 1. Masrafla para birbirine denk geldi. 2.
Yapılan işin sonunda ne kâr ne de zarar edildi."Alışverişten el elde baş başta
döndü."
Elekten geçirmek: Titizlikle seçmek; iyiyi kötüyü, doğruyu
yanlışı birbirinden ayırmak."Şu dosyayı bir daha elekten geçirin."
El ele vermek: Güçleri birleştirip işbirliği yapmak,
yardımlaşmak."Bu yolu ancak el ele verirsek yapabiliriz."
El emeği: 1. Elle yapılan işe harcanan emek. 2. Elle yapılan
çalışmanın karşılığı."El emeğinin karşılığı değildir bu para."
Ele vermek: Bulunduğu yeri haber vererek suçluyu
yakalatmak."Katili ele vermeyi kafasına koyarak sokağa çıktı."
Eli açık: Cömert, çok para harcayan, sakınmadan para
verebilen."Eli açık olan insanları severim."
Eli ağır: 1. Oldukça yavaş iş yapan. 2. Vurunca çok acıtan."Eli
o kadar ağırmış ki enseme gülle düştü sandım."
Eli altında olmak: 1. İstediği anda ele alıp kullanabileceği
bir yerde bulunmak. 2. Buyruğunda olmak."İyi bir usta, araç ve gereçlerinin
elinin altında olmasını ister."
Eli ayağı buz kesilmek: 1. Korku, heyecan ve üzüntüden ne
yapacağını bilemez duruma gelmek, donup kalmak. 2. Çok üşümek."Haydi elimiz
ayağımız buz kesmeden girelim içeri."
Eli ayağı tutmak: İş yapabilecek güçte olmak, bedenî gücü var
olmak."Çok şükür şimdilik elimiz ayağımız tutuyor."
Eli bayraklı: Kavgacı, şirret, edepsiz."Onun eli bayraklı bir
kadın olduğunu daha yeni anladınız."
Eli bol: Cömert, esirgemeyen, çok para ve eşyası
olan."Duyduğumuza göre Hasan Çavuş eli bol bir insanmış."
Eli boş dönmek: Umduğunu alamadan geri dönmek."Eli boş döneceği
hiç aklıma gelmezdi."
Eli böğründe kalmak: Çaresiz kalmak, bir şey yapamaz duruma
gelmek, başarısızlığa uğramak."Tek hayvanın öldüğünü görünce eli böğründe
kaldı."
Eli cebine gitmemek (veya varmamak): Cimri olmak, para
harcamaya kıyamamak."Ondan da yardım istediler, ancak eli cebine bir türlü
gitmedi, arkasını dönüp uzaklaştı."
Eli çabuk: Süratli iş gören."Eli çabuk adamlara ihtiyacımız
var."
Eli darda: Geçimi için para sıkıntısı çeken."Eli darda
insanlara yardım etmek insanlık borcudur."
Eli değmemek: Bir işi yapmaya zaman bulamamak."Odanı
temizlemeye elim değmiyor."
Elifi görse mertek sanır: Cahil, okuması yazması yoktur."Ona mı
akıl danışıyorsun, elifi görse mertek sanır o. "
Eli hafif: İncitmeden, can yakmadan iş gören."İğneyi Hatice
hemşireye vurdurun eli hafiftir onun."
Eli kalem tutmak: 1. Yazı yazmayı bilmek. 2. Düşüncelerini
derli toplu güzel bir ifade ile yazabilmek."Elin kalem tutmaz mı senin?"
Elinden iş çıkmamak: Çabuk iş yapamamak."Bırakın onu, elinden
iş çıkmaz birine ihtiyacımız yok."
Elinden tutmak: 1. Destek olmak, ilerlemesi için yardımda
bulunmak. 2. Yürümesine, kalkmasına, inmesine, çıkmasına yardım etmek."Hayatım
boyunca elimden tutan olmadı."
Eline düşmek: 1. Birine muhtaç olmak. 2. Yakalanmak. 3.
Düşmanın ya da kendisine hıncı bulunan birinin hâkimiyetinde kalmak."Düşmanın
eline düşmemek için bir yol bulmalıyız."
Eline su dökemez: Sözü edilen kişi, değerce ondan çok
geride."Sen hamur açmakta Fatma`nın eline su dökemezsin."
Elini çabuk tutmak: Hızlı davranmak, acele etmek."Elimizi çabuk
tutup şu kömürü yağmura yakalanmadan taşıyalım."
Elini kana bulamak: Birini öldürmek veya yaralamak."Zavallı
çocuk, boş yere elini kana buladı."
Elini kolunu sallaya sallaya gelmek: Bir işten sonuç almaksızın
dönmek, gelirken hiçbir armağan getirmemek.
Elini kolunu sallaya sallaya gezmek: Pervasızca, çekinmeden,
kimseden korkmadan dolaşmak."Bunca ağır suç işlemesine rağmen elini kolunu
sallaya sallaya gezmesi şaşılacak şey doğrusu."
Elinin hamuruyla erkek işine karışmak: Anlamadığı, bilmediği,
beceremediği işleri yapmaya kalkışmak (kadınlar için).
Elini sıcak sudan soğuk suya sokmamak: Çok nazlı olmak, evde
hiçbir iş yapmamak, zor işlerden kaçınmak."Ne kadınmış o da, elini sıcak sudan
soğuk suya soktuğunu görmedim daha!"
Eli sıkı: Kolay para harcamayan, cimri, çok tutumlu."Bu kadar
eli sıkı bir adam olmak zorunda değilsin."
Eli uzun: Hırsız, fırsat buldukça bir şeyler aşırmaktan geri
kalmayan.
Eli varmamak: Bir işi yapmaya gönlü razı olmamak."Bulaşıkları
yıkamaya bir türlü elim varmıyor."
Eli yatmak: Bir işe eli alışkın olmak, bir işi yapabilecek el
becerisi bulunmak.
Eliyle koymuş gibi bulmak: Aradığı şeyi söylenen yerde çok
kolay bulmak."Onca şeyin arasında küçücük düğmeyi eliyle koymuş gibi
buluverdi."
El kadar: Küçük, küçücük."El kadar çocuk işime karışamaz
benim."
El kaldırmak: 1. Kendisinden büyüğe vurmak için elini
kaldırmak. 2. Bir şey söylemek istediğini, oy verdiğini elini kaldırarak
belirtmek."Sen ne cüretle babana el kaldırırsın!"
El kapısı: 1. Bir kızın gelin gittiği ev. 2. Yabancıların
memleketi, evi, yurdu."Yıllarca el kapılarında çalıştım durdum."
El koymak: 1. Bir meselenin yetkili organlarca incelenmeye
başlaması. 2. Buyruğu altına almak, hükümetçe uygun görülen mal, arazi ve
kuruluşa hâkim olmak."Hükümetin el koyduğu arazi burdan başlıyor."
Elle tutulur gözle görülür: Çok açık, gizli bir tarafı yok."Şu
zamana kadar elle tutulur gözle görülür bir iş yaptın mı sen?"
El oğlu: 1. Yabancı. 2. Damat."El oğluna güvenme sakın!"
El sürmemek: 1. Dokunmamak, hiç değmemek. 2. Yapımına
başlamamak."İşe el sürmeye vakit bulamadım daha."
El uzatmak: 1. Birine yardım etmek. 2. Dokunmaya, almaya
çalışmak."O bizim bir yakınımız, ona elimizi uzatmalıyız hemen."
El üstünde tutulmak: Çok değer verilip sevilmek, kendisine
büyük ölçüde saygı gösterilmek."Dedem ailemizde el üstünde tutulurdu."
El yordamıyla: Tahminlerine, sezgilerine dayanıp elle
yoklayarak."El yordamıyla kibrit kutusunu buldum."
Emeği geçmek: Bir şeyin yapılmasında kendisinin de katkısı
bulunmak."Şu caminin yapımında kimlerin emeği geçmedi ki." Emek vermek: Bir
şeyin meydana gelmesi için özenle ve çok çalışmak."İyi bir sonuç mu almak
istiyorsun? Emek ver, gayret et."
Emir kulu: Kendisine emredilen işi yapmak zorunda olan
kimse."Emir kulu olmak o kadar da kolay değil."
Eninde sonunda: Nihayet, en sonunda."Eninde sonunda onu
bulacağım."
Enine boyuna: 1. Her yönü ile, eksiksiz, bütün ihtimalleri göz
önünde tutarak. 2. İri yarı, gösterişli (adam)."Şu meseleyi enine boyuna bir kez
daha düşünelim."
Ensesi kalın: Parası çok, varlıklı, sözü geçer, ödeme gücü
yüksek (kimse)."Neden şu ensesi kalın adamlardan yardım istemiyorsunuz."
Ensesinde boza pişirmek: Sıkıştırıp tedirgin etmek, eziyet
etmek."İşlerin yavaş gittiğini gören patron işçilerin ensesinde boza pişirmeye
başladı."
Ensesine yapışmak: Yakalamak."Bir hamlede ensesine yapıştı
çocuğun."
Ense yapmak: Yemek, içmek ve keyfine bakmak, hiç iş
yapmamak."Ense yapmayı bırak da biraz işle ilgilen."
Er geç: Ne zaman olsa, mutlaka."Er geç onu bulacağım."
Esamisi okunmamak: Adı anılmamak, değer verilmemek."Onun
buralarda hiç esamisi okunmaz."
Es geçmek: Dikkate almamak, sözleri arasında o konuya
dokunmamak."Borç meselesini es geçmesine fırsat vermeyin."
Esip savurmak: Bağırıp çağırmak, öfke ile atıp tutmak."Davet
edilmediğini öğrenince esip savurmaya başladı."
Eski çamlar bardak oldu: Devir değişti, eski durumların,
tutumların bir önemi kalmadı.
Eski defterleri karıştırmak: Eski olayları, işleri bir çıkar
umuduyla tekrar ele almak, yeniden gündeme getirmek."Eski defterleri
karıştırmayı bırak artık".
Eski hamam eski tas: Hiçbir şey değişmemiş, eski durumda
kalmış."Köy aynı, insanlar aynı, eski hamam eski tas."
Eski kafalı: Yeniliğe açık olmayan, yaşayış ve düşünce
itibariyle eskiye bağlı."Eski kafalı insanlar gittikçe azalıyor mu ne?" Eski
kurt: Tecrübeli, görmüş ve geçirmiş, mesleğini iyi bilen, hileyi ve düzeni
deneyimi sayesinde hemen anlayan."O da eski kurtlardandır."
Eski toprak: Yaşlılığına rağmen dinçliğini, dayanıklılığını
hâlâ sürdüren, gücünü kaybetmemiş kimse."Sen eski topraksın, bizim gibi birkaç
genci daha cebinden çıkartırsın."
Eşeğini sağlam kazığa bağlamak: İşini güvenli kılacak önlemler
almak."Ne demişler: Eşeğini sağlam kazığa bağla, sonra Allah`a ısmarla."
Eşek kadar: Büyük, iri; aşırı derecede gelişmiş."Eşek kadar
oldu ama hiç söz dinlemiyor."
Eşek sudan gelinceye kadar dövmek: Adamakıllı, çok ve iyi
dövmek."Eğer aklını başına toplamazsan seni eşek sudan gelinceye kadar
döveceğim, anladın mı?"
Eşek şakası: Ağır, hoşa gitmeyen, incitici, kaba şaka."Ben eşek
şakasından hiç hoşlanmam."
Eşiğine yüz sürmek: Bir isteğinin yerine getirilmesi için bir
kimseye yalvarmak, önünde eğilmek."İnsanların eşiğine yüz sürülmemesi
gerekir."
Eşiğini aşındırmak: Bir işi yaptırmak, gördürmek için bir yere
çok gidip gelmek."Şu köy yolu için hükümet eşiğini aşındırıp durduk."
Eşref saat: 1. İş görecek kimsenin uysal davranacağı, aksilik
çıkarmayacağı zaman. 2. Bir işin olumlu yola girmesi için en uygun zaman."İzin
alabilmek için müdür beyin eşref saatini kollamaya başladı."
Eteği ayağına dolaşmak: Telâş, korku ve heyecandan yürüyüşünü
ve yapacağı işi şaşırmak.
Eteğine yapışmak: 1. Bir kimsenin manevî desteğini istemek. 2.
Varlıklı, sözü geçer bir kimseden yardım ve himaye istemek."Korkudan annesinin
eteğine yapıştı."
Etekleri tutuşmak: Çok telâşlanmak, heyecanlanmak."Babasını
parkta göremeyince etekleri tutuşmaya başladı, yoksa gelmeyecek miydi?"
Etekleri zil çalmak: Çok sevinmek, işler yolunda olmak."Yazılı
sınavı umduğundan iyi geçen Halit`in etekleri zil çalıyordu."
Etek öpmek: Yaltaklanmak, dalkavukluk etmek; birine yaranmak
için katına çıkıp o kimsenin eteğini öpme davranışı içinde olmak."Bu makama etek
öpe öpe çıktı soysuz herif."
Eti ne butu ne?: 1. İmkânları, parası az. 2. Çelimsiz, zayıf,
küçük."Ona baskı yapma, zavallının eti ne butu ne?"
Eti senin kemiği benim: Çocuk velilerinin öğretmene ya da
ustaya çocuğun eğitiminde kendine tam yetki verdiğini anlatmak için
söylenir.
Et kafalı: Akılsız, anlayışı az, kavrayışı kıt olan.
Etliye sütlüye karışmamak: Kendini alâkadar etmeyen
meselelerden, toplumu derinden etkileyen olaylardan uzak durmak, kaçınmak ve
hiçbiriyle ilgilenmemek."Kendine sahip çık, sakın etliye sütlüye karışayım deme
oğlum."
Etrafında dört dönmek: İstediğini elde etmek amacıyla bir
kimsenin, bir şeyin yanından ayrılmamak, ona aşırı ilgi göstermek."Çocuklar
Nasreddin Hoca`nın etrafında dört dönmeye başladılar."
Et tırnak olmak: Sıkı bir ilişkiye girmek, birbirinden
kopmamak.
Ettiğini bulmak: Yaptığı bir kötülüğün cezasını görmek.
Ev açmak: Ayrı bir eve çıkmak, yerleşmek."Evlendikleri günün
ertesinde ev açmaya karar verdiler."
Evde kalmak: Yaşı ilerleyen kızın evlenememesi."Evde kalmak
korkusu zavallı kızı yiyip bitiriyordu."
Evdeki hesap çarşıya uymamak: Önceden tasarlanan, düşünülen bir
iş umulduğu gibi gitmemek, başka bir yönde gelişmek."O kadar uğraştık ama evdeki
hesap çarşıya uymadı, bu paraya istediğimiz gibi bir ev bulamadık."
Evlât acısı gibi içine çökmek: Kaybettiği bir şey için çok
üzülmek."Bahçeye diktiği güllerinin dipten sökülüp atılması evlât acısı gibi
içine çökmüştü."
Eyere de gelir semere de: Her işe uyar, her işe yarar, ince
işler için de kaba işler için de kullanılabilir.
Eyüp sabrı: Peygamberlerden Hz. Eyyub` un başına gelen
hastalığa sabredip, bundan dolayı şikâyet etmemesi; güçlük ve üzüntülere,
hastalığa karşı sabretmesinden hareketle, en ağır ve sürekli üzüntülerden bile
yakınmayanın büyük ve uzun sabrını anlatmak için kullanılır.
Eyvallah demek: 1. Razı olmak, kabul etmek. 2. Ayrılırken
"Allah`a ısmarladık" anlamında kullanılır.
Eyvallah etmemek: Minnet altına girip boyun eğmemek."Aç kaldı,
susuz kaldı ama kimseye eyvallah etmedi."
Ezbere iş görmek: İncelemeden, özenmeden, gerekli olan bilgiyi
almadan, gelişi güzel iş yapmak."Ben sana ezbere iş görme demedim mi?" Ezilip
büzülmek: Güç bir duruma düştüğünü, utandığını, sıkıldığını davranışlarıyla
belli etmek."Hiçbir insanın karşımda ezilip büzülmesine tahammülüm yoktur."
-F-
Faka basmak: Tuzağa düşmek, aldatılmak."Beni nasıl faka
bastırdılar anlayamadım bir türlü!"
Fareler cirit oynamak: Bir yer ıssız olmak, kimseler
bulunmamak."Koca köyde fareler cirit atıyordu."
Farkına varmak: Gözüne çarpmak, orada bulunduğunu anlamak, fark
etmek."O kalabalıkta senin farkına varacaklarını sanmıyorum."
Felce uğramak: 1. Bir işin tamamen bozulması, durup ilerleyemez
olması. 2. Hastalık sebebiyle organlarının bir kısmı çalışamaz duruma gelmek,
kötürüm olmak."Yaptığımız işin felce uğramasından korkuyorum."
Feleğin çemberinden geçmek: Hayatta çok günler görmüş, acı
tatlı olaylar yaşayıp tecrübe kazanmış, olgunlaşmış."O ihtiyar mı? Feleğin
çemberinden geçmiş biridir o."
Fellik fellik aramak: Telâşla, hemen her köşeye bakarak
heyecanla aramak."Bütün her yeri fellik fellik aradım ama bıçağı bulamadım."
Felsefe yapmak: Olayların sebep ve sonuçları üzerine kendince
birtakım soyut düşünceler ileri sürmek.
Fena etmek: Kötü duruma düşürmek, işini bozmak, zor durumda
bırakmak, dövmek."Biraz daha konuşursan seni fena edeceğim."
Fener alayı: Bayram gecelerinde kalabalık halk topluluklarının,
ellerinde fener veya meşalelerle şehri dolaşarak yaptıkları gösteri.
Feragat sahibi: Gönlü tok, özveri gösterebilen, fedakârlık
yapabilen.
Fermanlı deli: Deli olduğu herkesçe bilinen, zır deli."Halk bu
ülkeyi fermanlı delilerin eline bırakmayacaktır."
Ferman dinlememek: Kural, yasa, söz dinlememek; hiçbir yerden
buyruk almamak."Âşığın gönlü ferman dinlemez oldu."
Fesat kumkuması: Tamamiyle kötülük düşünen, insanları birbirine
düşürecek işler yapan, ortalığı karıştıran. Fırıldak çevirmek: Düzen kurmak,
hileli iş görmek."Yine ne fırıldak çeviriyorsun sen?"
Fırsat düşkünü: Çıkar sağlamak, kötülük yapmak için fırsat
kollayan kimse."Fırsat düşkünü insanlardan nefret ederim."
Fikir almak: Birinin düşüncesinden yararlanmak."Fikir alınacak
insanlar konularında ehil kişiler olmalı."
Fikir vermek: 1. Bir konuda düşüncesini bildirmek. 2. Bir
konuda yol gösterici bilgi edinmek."Nasıl yapmalıyım? Bana biraz fikir
versenize."
Fikir yürütmek: Bir konu üzerinde kendi düşüncesini söylemek,
tahminlerde bulunmak."Bu konuda fikir yürütmek işime gelmiyor."
Fincancı katırlarını ürkütmek: Zararı dokunacak bir kimsenin
hoşuna gitmeyen bir davranışta bulunmak."Kaymakamla konuşurken dikkatli ol,
fincancı katırlarını ürkütme sakın!"
Fink atmak: Hiçbir şeye aldırmadan gönlünce gezip eğlenmek,
şurada burada oynayıp zıplamak.
Fiskos etmek: Birilerinin bulunduğu bir yerde birkaç kişi
gizlice ve alçak sesle konuşmak."Utanmıyor musunuz bu kadar kişi içinde fiskos
etmeye?"
Fitil olmak: 1. Çok içip sarhoş olmak. 2. Aşırı ölçüde
kızmak."Fitil oluyorum şu adamın hareketlerine!"
Fitne sokmak: İnsanları birbirine düşürecek, aralarını bozacak
davranışta bulunmak, sözler sarf etmek.
Fiyat biçmek: Bir şeyin değerini belirlemek, para karşılığını
tespit etmek."Bu malın fiyatını biçmek o kadar kolay değil."
Fiyatı dondurmak: Fiyatın yükselmesini önlemek, fiyatların
olduğu gibi kalmasını sağlamak."Belediye et fiyatlarını dondurmaya
yanaşmıyor."
Fiyat kırmak: Fiyatı birilerinin verdiğinden az vermek, fiyatı
düşürmek."Müteahhitlerden ikisi anlaşarak ihalede fiyat kırma yoluna
gittiler."
Fol yok yumurta yok: Ortada (bir konu ile ilgili) hiçbir
belirti olmadığı hâlde varmış gibi bir kuşkuya düşmek."Henüz ortada fol yok
yumurta yok, sen adama para ödemeye kalkışıyorsun."
Fora etmek: Açmak, çözmek."Bütün yelkenleri fora ettik."
Formül bulmak: Bir çözüm, işi çözümleyecek çıkar yol
bulmak."Sabahtan beri bir formül bulmaya çalışıyorum, sense yatıyorsun!"
Forsu kalmamak: Sözü geçmez olmak; bir konuda saygınlığı, gücü
kalmamak."Adamları arasında da forsu kalmayacak onun."
Foyası meydana çıkmak: Yalanı, dolanı, hilesi, kötü niteliği,
kusuru ortaya çıkmak."Yakında onun da diğerleri gibi foyası meydana
çıkacak."
Fukara babası: Yoksulları koruyup gözeten, onlara yardım elini
uzatan, elden geldiğince yardım etmeyi seven kimse. Funda demir etmek: Demir
atma komutu vermek."Körfeze iyice girince kaptan funda demir edin dedi."
Fütur getirmemek: Bezginlik getirmemek, umutsuzluğa
düşmemek."Sakın fütur getirme, göreceksin
başaracağız. |